İrtica bu sebeple de dünyada ve Türkiye'de, genelde gerici, mürteci, fundamentalist, kökten dinci ya da radikal gibi sıfatlarla tanımlanan şahıs ve grupları tesbit noktasında farklı anlayış ve yorumlar bulunmaktadır.
Genel kanaate göre; devletin temel nizamlarını, dini esaslara uydurmak amacıyla faaliyet gösteren ve bu doğrultuda her ne surette olursa olsun cebir ve şiddet kullananları terörist olarak vasıflandırsak dahi, bu çerçevede bile çoğu zaman, bu amacı güden gruplarla, sadece dini ibadetleri yerine getiren vatandaşlarımız birbirinden ayırmak oldukça güçtür.
İrticai faaliyet ise; dini olguları kullanarak insanların inançlarını istismar edip, devletin anayasal düzenini değiştirmek amacını güden her türlü şiddet ve propagandif eylemlerdir.
Din ve İrtica
Prof. Dr. Seyyit Mehmet Şen1. Din, en bilinen anlamıyla, "Halık-ı Zülcelalin, insanlar arasından seçtiği elçileri, yani Peygamberleri vasıtasıyla, yine insanlar için gönderdiği kurallar bütünü" olarak tarif edilebilir. İnsanlar, bu kurallara uyup uymamakta tamamen serbest bırakılmışlardır ve bu serbestlik, Kur'ani lisanla, "dinde zorlama yoktur" biçiminde ifade edilmiştir. Eğer dinde zorlama olursa, o dinin mü'mini değil de münafığı ortaya çıkar ki, bu ülkemiz insanının gönül rızasıyla seçmiş olduğu İslam'ın özüne ve ruhuna tamamen aykırı olup; İslam'ın müntesibi olmakla şereflenen aklı başında hiçbir müslüman, hiç kimsenin zorlanarak İslam'ı seçer görünmesine, yani münafıklaşmasına vesile de olmaz, razı da olmaz. Bu nedenle, yani Kur'an'ın, "dinde zorlama yoktur" hükmünü göz önüne alarak; dini, "insanların kendi gönül rızalarıyla uymak zorunluluğunu hissettikleri kurallar bütünü" olarak tarif etmeyi daha genel ve daha anlaşılır buluyorum.
Gerçekten de, dini, sadece "Halık-ı Zülcelalin gönderdiği kurallar bütünü" olarak tarif edecek olursan; bugün yeryüzünde ismi, cismi ve taraftarı olan birçok dini dışlamış ve onların konumlarına bir açıklama getirememiş oluruz. Oysa, Halık-ı Zülcelal, Kur'ani lisanla "sizin dininiz size, benim dinim de banadır;" (109/6) buyurarak, başka dinlerin de varlığını, inanan kullarına haber vermiştir. Halık-ı Zülcelal, Kurani lisanla yine tüm insanlığa duyurmuştur. Zat-ı Kibriyasının nezdinde "yegane din İslam'dır." Bir başka ifadeyle, Halık-ı Zülcelalin, uyulmasını istediği ve uyulmasından razı olduğu kurallar, peygamberleri vasıtasıyla insanlara duyurduğu ve üzerlerinde hiçbir şekilde tahrifat yapılmamış olan kurallar bütünüdür ki; bu sadece İslam'a has olan, yani İslam'ın sahip olduğu bir özelliktir. Daha açık bir ifadeyle, Âdem (a.s.)'den bu yana yaşamış ve halen yaşamakta olan insanlar, isimleri değişik de olsa, cisimleri, yani özleri ve esasları aynı olan Halık-ı Zülcelalin seçtiği ve razı olduğu bir dine uydukları gibi; hevalarının ve şeytanlarının yönlendirmesiyle kendilerine uygun hale getirdikleri isimleri de, cisimleri de birbirlerinden çok farklı dinlere de uymuşlar ve halen de uymaktadırlar.
Bütün bunların ışığında meseleye yaklaşacak olursak; İslam'ın müntesipleri olarak, "din" ve "irtica" kavramlarının yan yana getirilmesinden her ne kadar rahatsızlık duymuş olsak da; tarihin seyri içinde onlara bakınca, bu iki kavramın yanyana gelmesini çok doğal karşılamamız ve bundan gocunmamamız gerekmektedir kanısındayım. Bir başka ifadeyle, dinler, "insanların kendi gönül rızalarıyla uydukları kurallar bütünü" olduğu için, insanlar üzerinde en çok etkili olan; dolayısıyla onların hayatlarına ve davranış biçimlerine en fazla yön veren bir faktör, yani bir itici güç durumundadırlar. Daha açık bir ifadeyle, insanların ilerleyip ilerici olmasında da; gerileyip, daha doğrusu çağa ayak uyduramayıp, yerinde sayarak, kelimenin tam anlamıyla geri kalmasında ve "gerici" olarak damgalanmasında da, mensup oldukları dinin birebir etkisi vardır ve dikkatli bir gözle bakıldığında, böyle bir etkiyi yok saymak, ya da inkar etmek, hiçbir şekilde mümkün değildir.
Gerçekten de insanlar, ya inandıkları gibi, yani inandıkları dinin kuralları gereğince yaşayacaklar; ya da, yaşadıkları gibi inanarak, tamamen kendilerine özgü bir dinin kurucusu, mensubu ve yayıcısı olma konumuna geleceklerdir. Nitekim, ülkemiz insanı bu durumu, "insanlar inandıkları gibi yaşamayacak olurlarsa, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar" biçiminde formüle etmiştir, yıllar öncesinden. Bu yepyeni dinin oluşması sırasında, gerek İslam, gerekse bozulmuş da olsa, bir başka ilahi din ana çatıyı oluşturabileceği gibi; bu yepyeni dinde, İslam'ın, ya da tahrip edilmiş diğer ilahi dinlerden birinin kurallarına çok az yer verilmiş de olabilir. Bu tamamen din kurucularının gönüllerine, akıllarına, insaflarına ve keyiflerine kalmış bir iştir; şüphesiz ki, herşeyin inceden inceye sorulduğu o ayırdetme gününde, sonucuna katlanmak kaydıyla.
Evet, yeryüzünde sadece dinlerdir ki, insanları çok çok ilerilere götürebileceği gibi; yerinde saydırarak, ya da eskilerin ifadesiyle, "tereddi" ettirerek, yani olanları da kaybettirip geriye götürerek, çok çok gerilerde de bırakabilir. Mesala, bir dinin özü, özeti ve ruhu, "kelime-i tevhid" olarak ifade edilen, Allah (c.c.)'ı birlemeye dayanmıyor ve Allah (c.c.)'ın yanında, kimi kutsallar ve dokunulmazlar icat edip, insanları o kutsalların ve dokunulmazların önünde eğilip iki büklüm olmaya ve onların emrinden çıkmamaya dayanıyorsa; insan olma onuru zedelenen böyle bir dinin mensuplarının ilerlemesi, ilerici olması ve özgün uygarlıklar meydana getirmesi elbette mümkün değildir ve olmayacaktır da.
Bir dinin ilk emri "oku" olmayıp ta, "okuma", "yazma!" veya "uyu uyu yat, yat yat uyu!"; ya da, "Ali top at, top at Ali!" biçimindeki emirlere, kurallara ve söylemlere dayanacak olursa; böyle bir dinin mensuplarının ilerlemesi, ileriye gitmesi, ilerici olması, evrensel ilme katkıda bulunması, özgün icatların altına cedlerinden tevarüs ettiği göz kamaştırıcı imzasını koyması, böylece çağa ayak uydurması ve çağın içinde kalması hiçbir şekilde ve hiçbir zaman diliminde mümkün değil demektir. Dolayısıyla, böylesi bir dinin mensuplarına verilecek isim, elbette "gerici", "mürteci"; ya da kimilerinin modaya tam da uygun düşen söylemleriyle, "oduncu", "kömürcü", "simitçi", "yoğurtçu" gibi, "irticacı", yani "irtica satan" olacaktır, hiç kuşkusuz. Ve irticanın prim yapması ile eş anlama gelen böylesi bir satışın çok doğal bir sonucu olarak, toplumda "irtica ile geçinen" , yani hem çoluk çocuklarının nafakalarını "irtica satarak sağlayan", hem de toplumdaki varoluşlarını "irticaya borçlu olan" bazı kişiler ortaya çıkar ve bu kişiler uzak ve yakın çevrelerindeki kimilerini tedirgin ederler, ürkütürler ve korkuturlarsa; irticacıların tedirgin ettiği, ürküttüğü ve korkuttuğu bu çevreler, ister istemez, yani çok doğal karşılanması gereken bir davranışla, irticacılara karşı önlem almanın yollarını arayacak ve bulacaklardır. Bütün bunlar gayet olağandır ve eşyanın tabiatına tam olarak uygun düşer. Daha açık bir ifadeyle, eğer bir yerlerde toplumun belli bir kesimini rahatsız eden, onların yaşayış biçimlerine ve davranış tarzlarına kasteden birileri varsa; onlara karşı tedbir alınması ve bu tedbir alışta biraz aşırıya kaçılması ve abartılı davranılması, sosyolojik olarak beklenmesi gereken etkiye karşı tepki olayından başka bir şey değildir.
Bütün bunlara karşılık olarak; bir din ki, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar ve kadın-erkek demeden ve bu konuda hiçbir ayırım gözetmeden ve herhangi bir istisnaya başvurmadan, bütün müntesiplerine en geniş anlamıyla, ilim öğrenmeyi şart koşar; bu şartın tam bir gereği olarak "beşikten mezara kadar ilim" tavsiyesinde bulunur ve ilim talebiyle en uzak beldelere bile gidilmesi gerektiğini öğütleyecek olursa; o dinin men-supları, dinlerin emirlerine tam olarak uydukları, yani inançlarının gereğini tam olarak yerine getirdikleri halde, nasıl olur da geri, hem de çok çok geri kalırlar. Bu geri kalışı kendi ölçülerinde ve kendi menfaatlerine göre iyi değerlendiren kimileri de, böyle bir dinin mensuplarına "gerici" veya "inkarcı" der; akıl alacak gibi değil doğrusu.
2.
Anadolu insanının en çok korktuğu ve endişe ettiği şeylerden birisi, kendisinin asla tasvip etmediği kimi söz ve davranışlarının açığa çıkması, başkaları tarafından görülmesi ve duyulmasıdır. Bu nedenle "alem duymasın" ya da "alem ne der" benzeri deyimleri çok sık kullanır ki; bu onun mahcubiyet dolu ruh halini aksettirir, ister istemez onun davranışlarına yansır ve "alem duymaması" için sürekli olarak kendisini disiplin altında tutar.
Fakat, her türlü gayretine ve olağanüstü titizlenmelerine rağmen, işte her şey açığa çıkmış ve Anadolu insanının gerici olduğu iyice anlaşılmış, hatta anlaşılma ne kelime, ayan-beyan ortalıkta gözükmeye ve dolaşmaya başlamıştır bile. Bir başka ifadeyle, Anadolu insanının, bütün ıkınmasına, sıkınmasına, örtbas etmesine ve gözden uzak tutmaya çalışmasına karşılık, artık mızrak çuvala sığmamaya başlamış ve kimi çevrelerce gericiliği resmen tescil edilmiştir. Durum bu olunca ne yapacaktır Anadolu insanı? Ne yapacaktır da, kimi çevrelerin resmen tescil ettikleri ve bir yafta olarak zorla boynuna astıkları, hiç de hoşuna gitmeyen ve kendine kalırsa asla haketmediği bu kimlikten kurtulabilecektir?
İnanan insan ayağına taş takılsa Allah (c.c.)'dan bilecektir. Bu onun imanının bir gereğidir. O bilmektedir ki, Allah (c.c.) istemese ona kimsenin bir şeyler yapmasına imkan yoktur. Çünkü o bilmekte ve inanmaktadır ki "bütün insanlar bir araya gelseler ve ona bir kötülük yapmak istese-ler, Allah (c.c.) dilemezse buna güç yetiremeyeceklerdir." Öyleyse Anadolu insanı "ben gerici değilim ve ben böylesi aşağılayıcı ve insan onurunu zedeleyici bir kimliği hak etmedim ve kesinlikle razı değilim" diye feryad-ü figan edeceği yerde, böylesi bir kimlik yaftalaması ile neden cezalandırıldığını düşünmesi gerekir. Öyle ya; bu Halık-ı Zülcelal'in onu bir cezalandırmasıdır. Nitekim Bağdat'ı tarumar eden Moğol Hakanı Hülagu Han bütün kitapları Dicle Nehrine attıktan sonra, atını caminin içine sürmüş ve alabildiğine haykırmıştı ; "ben size Allah'ın bir belasıyım." Evet Moğol Hakanı Hülagu Han, o zamanın müslümanları üzerine Allah (c.c.)ın göndermiş olduğu eşed bir bela idi ve Allah (c.c.) bu bela eliyle, kimbilir hangi cürümleri işleyen Bağdatlılar'ı ve onların nezdinde bütün İslam ümmetini cezalandırmıştı.
O zamanın Bağdatlılar'ı veya diğer İslam coğrafyalarında yaşayan müslümanlar acaba değerlendirebildiler mi, bu belanın başlarına neden ve niçin geldiğini? Veya her zaman olduğu gibi, ağızlarını doldura doldura Hülagu Han'a lanet okumakla mı geçirdiler günlerini ve gecelerini? Ne dersiniz, acaba hangisini yaptılar ve ne kadar fayda gördüler bu yaptıklarından? Bir müslüman gibi davranıp, kendilerini hesaba çekmeyi becerememişlerse bile, bir batılı gibi davranıp "acaba bu bela başıma neden geldi; yani ne tür bir hata yaptım ki bu belaya düçar oldum" diyemezler miydi? Kimbilir belki onlar da, ne bir müslüman gibi, ne de bir batılı gibi davranmadılar ve her zaman yaptıkları gibi bir doğulu gibi davrandılar ve "bu belayı bizim başımıza acaba hangi hain getirdi ki" diye düşünüp durdular, değil mi? Tıpkı, şimdilerde ve asırlardır bizim, yani bu milletin, yani Anadolu insanının yaptığı gibi.
misafir - 9 yıl önce