Ülkenin ilk ve devamlı hükumet merkezi 8. yüzyılın başında Nara'da kuruldu. 710 ile 784 yılları arasında 74 sene bu imparatorluk devam etti. 794 yılında ise Kyoto'da yeni bir hükumet merkezi kuruldu. Burası bin yıl kadar imparatorun oturduğu yer olmuştur. Başkentin Kyoto'ya taşınması, 1192 yılına kadar devam etmiş olan Heian devrinin başlangıcı olmuştur.
1185 yılında Danoura Savaşında Minamotolar rakip Taira Kralını yok ederek galip gelmişlerdir. Minemotoların iktidarı ele geçirmesi, Shogun denilen askeri liderler idaresi altında yedi asırlık bir feodal hakimiyet devrinin başlangıcı olmuştur. 1192 yılında Minamotolar hükumet merkezini Tokyo yakınındaki Kamakura'ya kurdular.
1213 yılında iktidar Minamotolardan, 1333 yılına kadar askeri yönetimi sürdüren Hogoların eline geçti. Bu dönemde Moğollar, 1274 ve 1281 yıllarında olmak üzere iki defa Kuzey Kyushu'ya saldırdılar. Her iki savaşta başarılı olamayan Moğollar, ayrıca meydana gelen tayfunların tesiri ile Japonya'dan çekildiler.
1333 ile 1338 yılları arasında görülen kısa süreli imparatorlukları, Ashikaga Takauji tarafından Kyoto'da Muromachi'de kurulan yeni bir askeri yönetim takip etti. Bu kurulan hükumet 1338'den 1578'e kadar iki yüz yıldan fazla bir süre devam etmiştir.
On altıncı yüzyılda Avrupalılar Japonya topraklarına ayak bastılar. Bu arada misyonerler, Hıristiyanlığı burada yaymaya çalıştılar. Bunun üzerine Japon liderleri Hıristiyanlığın ve batı düşüncelerinin Japonya için zararlı olacağına inandıkları için Hollanda ve Çin tüccarı haric olmak üzere bütün yabancıların Japonya'ya girişini yasakladılar. İki buçuk yüzyıl süresince Hollandalı tüccarların bulunduğu bu küçük ada, Japonya ile dış dünya arasında tek temas noktası olmuştur.
1853 yılında Amerikalı Komodor Matthev C.Perry dört gemiden meydana gelen donanmasıyla Tokyo Körfezine girmiş, ertesi yıl tekrar Japonya'ya gelerek, Japonları kendi ülkesiyle bir dostluk anlaşması imzalamaya ikna etmiştir. Bu anlaşmayı, aynı yıl içinde Rusya, Büyük Britanya veHollanda ile imzalanan anlaşmalar takip etmiştir. Bu anlaşmalar dört yıl sonra ticaret anlaşmalarına dönüşmüştür.
Tokogaua Shogunluğunun derebeylik sistemi 1867 yılında yıkılmasına kadar geçen on yıllık süre içinde büyük bir karışıklık hüküm sürmüş ve 1868 yılında Meigi döneminin tekrar teşkilatlanmasıyla bütün hakimiyet yeniden imparatorun eline geçmiştir.
İmparator Meigi'nin idaresinde japonya, batıda gelişmesi yüzyıllar süren şeyleri kısa bir sürede başarmaya koyulmuş, modern sanayileri, politik kuruluşları ve modern bir toplum modeli ile modern bir millet meydana getirmiştir. Japonya 1894-1895 yıllarında Çinlilerle, 1904 ve 1905 yıllarında da Ruslarla savaşmıştır. Japonya her iki savaşı da kazanarak 1875'te Rusya'ya verdiği Sahalin Adalarını geri almış, Formosa ve Kore'yi ele geçirmiş ve Mançurya'da bazı çıkarlar elde etmişti. 1920 yılında Japonya, Anglo-Japon Birleşmesi kararları gereğince Birinci Dünya Savaşına girmişti.
1937'de Japonya-Çin Savaşı başladı. Birinci Dünya Savaşında Almanlara karşı savaşan Japonya, 1939'da Almanya ve İtalya ile askeri bir ittifak kurdu ve 7 Aralık 1941'de Hawai Adalarına baskın yaparak Amerikan donanmasını yok etti. Savaşın ilk yıllarında üstün görünen Japonlar, sonraki yıllarda ağır kayıplara uğradılar. Amerikan uçaklarının 6 Ağustos 1945'te Hiroshima ve 9 Ağustosta Nagasaki'ye attıkları atom bombaları İkinci Dünya Savaşının neticesini belli etmişti. 14 Ağustos 1945'te kayıtsız şartsız teslim olmayı kabul eden Japonya ile 2 Eylül 1945'te resmi teslim anlaşması imzalandı.
Yedi yıl sonra, 1951 yılı Eylül ayında Japonya 48 devletle San Francisko'da Barış Antlaşmasını imzaladı. 1952 yılı Nisan ayında yürürlüğe giren bu anlaşma ile Japonya tekrar istiklalini kazandı. 1956 yılında ise Japonya 80. devlet olarak Birleşmiş milletlere tam üyeliğe kabul edilmiştir.
Bağımsızlığını kazandıktan sonra büyük bir ekonomik gelişme ile bugünkü refah düzeyine ulaşmış ve teknik ve bilimde çok ileri gitmiş olan Japonya, hemen hemen bütün dünya pazarlarını ele geçirmiş bir devlettir. Liberaller İkinci Dünya Savaşından bu yana iktidardadır. 1926'da tahta geçen İmparator Hirohito, 7 Ocak 1989'da öldü. Yerine büyük oğlu Prens Akihito tahta geçti ve 1990 Kasım ayında taç giydi.
Ayrıntılı Japon tarihi
1. Japonlar kimdir?
Bir dünya haritası üzerinde, Japonya Asya Kıtasının doğu sahilinde bulunan bir adalar zinciridir. Tarih kitaplarında, gelenekleri mitolojinin meçhullerine kadar giden eski bir memlekettir. Günümüz dünyasını etkileyen halklar arasında kültürü ve çevre koşulları bakımından en farklı olanı Japonlardır. Dillerinin kökeni dilbilimin en tartışmalı konularından biridir; çünkü dünyanın belli başlı dilleri arasında, öteki dillerle akrabalık ilişkisi hala bir soru işareti olan başka tek bir dil yoktur. Japonlar kimdir, Japonya’ya ne zaman ve nereden gelmişlerdir, benzersiz dillerini nasıl geliştirmişlerdir? Bu sorular hem Japonların kendi kendilerini, hem de başka halkların Japonları algılayış biçimi bakımından çok önemli sorulardır. Japonya’nın dünya üzerinde artan etkisi ve komşularıyla bazen ters giden ilişkileri, hala yaşayan efsaneleri üzerindeki örtünün kaldırılmasını ve soruların yanıtının bulunmasını daha da önemli hale getirmektedir. Yanıtların bulunması kolay değil, çünkü ipuçları çok çelişkili.Bir yandan Japonlar biyolojik olarak hiç farklı değiller, dış görünüşleri ve genleri bakımından öteki Doğu Asyalılara, özellikle Korelilere benziyorlar. Japonların vurgulamayı pek sevdikleri gibi, onlar kültürel ve biyolojik açıdan daha bağdaşıklar: Japonya’nın farklı bölgelerindeki insanlar arasında çok az fark var, ancak Japonya’nın en kuzeydeki Hokkaido Adası’nda yaşayan, Ainu denen çok farklı bir halk bunun dışında kalıyor. Bütün bu gerçekler bize Japonların Japonya’ya Doğu Asya anakarasından geldiklerini ve adının asıl sahipleri olan Ainuların yerlerini aldıkları düşündürüyor. Ama bu doğruysa, o zaman Japon diliyle Doğu Asya anakara dillerinden biri arasında açıkça bir akrabalık ilişkisi olduğunu görmemiz gerekir; tıpkı anakaradan gelen Anglo-Saksonlar MS 6.yüzyılda İngiltere’yi ele geçirmesinin bir sonucu olarak İngilizceyle öteki Germen dilleri arasında yakın bir ilişki olması gibi. Peki, Japonya’nın olası eski diliyle, daha yakın geçmişteki kökenlerine ilişkin bütün öteki kanıtlar arasındaki çelişkileri nasıl çözeceğiz? Birbiriyle çelişkili dört varsayım öne sürülmüş durumda, bunların her biri bazı ülkelerde kabul görüyor, bazılarında görmüyor.
Japonya’daki en yaygın inanışa göre Japonlar, MÖ 20.000 yılından çok önce Japonya’yı istila etmiş olan Buzul Çağı insanlarının giderek evrimleşmesiyle ortaya çıkmıştır. Yine Japonya’daki yaygın bir inanışa göre Japonlar MS 4. yüzyılda Japonya’yı işgal etmiş Kore üzerinden gelen ama Koreli olmadıkları vurgulanan Orta Asyalı, ata binen göçebelerin torunlarıdır. Pek çok Batılı Arkeologun ve Korelinin tercih ettiği ama Japonya’daki bazı çevrelerce hiç desteklenmeyen bir varsayıma göre Japonlar, MÖ yaklaşık 400 yılında pirinç tarımıyla birlikte Kore’den gelen göçmenlerin torunlarıdır. Sonuncu varsayıma göre ise öteki üç varsayımda adları geçen halklar birbirine karışıp bugünkü Japonları meydana getirmişlerdi. Başka halkların kökeni konusunda benzer sorular söz konusu olduğunda, bunlar soğukkanlı bir biçimde tartışılabilir. Japonların kökenleriyle ilgili sorular için aynı şey söylenemez. Japonya’nın, Avrupalı olmayan pek çok ülkenin tersine, yalıtılmışlıktan kurtulup 19. yy sonlarında sanayileşmiş bir toplum yaratırken siyasal bağımsızlığını ve kültürünü kurmuş olması önemli bir başarıydı. Bugün Japonya’daki insanların Batı’nın güçlü kültürel etkisi karşısında geleneklerini korumak istemesi anlaşılabilir bir şeydir. Onlar kendi dillerinin ve kültürlerinin benzersizliğini, dünyanın başka yerlerinde geçerli olmuş gelişim süreçlerine benzemeyen karmaşık gelişim süreçleri gerektirmiş olduğuna inanmak istiyorlar.
Japon dilinin başka herhangi bir dille akrabalığını kabul etmek onlara kültürel kimliklerinden taviz vermek gibi geliyor. Japonların geçmişleriyle ilgili yorumlarının bugünkü davranışlarını etkilemesi, Japon arkeolojisini soğukkanlı bir biçimde tartışmaya sürüklemiştir. Doğu Asya halkları arasında hangi halk hangi halka kültürü taşımıştı, hangisi kültürel açıdan üstündür, hangisi abrardır, hangisi hangi topraklar üzerinde hak iddia edebilir? Örneğin Japonya ile Kore arasında M.S. 300- 700 yılları arasında insan ve malzeme değiş tokuşu yapıldığını gösteren pek çok arkeolojik ipucu var. Japonların yorumuna göre bu, Japonya’nın o dönemde Kore’yi fethettiği, Koreli köleleri, zanaatçıları Japonya’ya getirdiği anlamına gelir; Korelilerin yorumu ise bunun tam ters: onlara göre Japon imparatorluk ailesinin kurucuları Korelidir. Japonya’nın benzersiz kültürünü anlamak için Japonya’nın benzersiz coğrafyası ile çevre koşullarından başlamak gerekir. Öncelikle Japonya coğrafi açıdan İngiltere’ye çok benziyor gibi görünebilir; her ikisi de, Avrasya anakarasının sırasıyla biri doğu, biri batı kanadında olmak üzere büyük adalar topluluğundan oluşurlar. Ancak bu rağmen ayrıntıda önemli olduğu anlaşılan yüzölçümü gibi farklar vardır. İklim olarak ise Japonya, yıllık ortalaması 4000 milimetreyi bulan yağış miktarıyla dünyanın en yağışlı ılıman ülkesidir. Dahası Avrupa’nın çoğu bölgesinde yağışlar kış aylarında görülürken, Japonya’da tersine yağışlar bitkilerin büyüme mevsimi olan yazın yağar. Fazla yağış alan ve hele yaz aylarında yağış alan bir ülke olarak Japonya ılıman ülkeler arasında bitki verimliği en yüksek ülkedir. Tarım arazilerinin yarısı yoğun emek isteyen, yüksek verimli ve sulamalı pirinç tarımına ayrılmıştır; yağışlı dağlardan eğimli ovalara akan çok sayıda ırmak bu tarımı kolaylaştırır.
Japonya’nın topraklarının %80’inin tarıma elverişli olmayan dağlık araziden oluşmasına ve yalnızca %14’ünde tarım yapılabilmesine karşın, Japonya’nın bu tarım arazisiyle kilometre kare başına beslediği insan nüfusu İngiltere’dekinin sekiz katıdır. Aslına bakılırsa kullanılabilir tarım arazisine oranla Japonya dünyanın en yoğun nüfuslu toplumunu barındıran ülkesidir. Binlerce yıldır yoğun insan kalabalıklarının yaşadığı bir yer olmasına karşın, Japonya’yı ilk gören herkesi şaşırtan şey yeşilliğidir, çünkü topraklarının %70’i hala ormanlarla kaplıdır. Güneybatıdan kuzeybatıya kadar dört ana Japon adası vardır, bunlar Küşü, Şikoku, Honşu (en büyük ada), Hokkaido’dur. 19. yy. sonlarında Japonların Hokkaido’ya büyük çapta göçlerine kadar bu adada tarihsel zamanlarda esas olarak Ainular yaşıyordu. Japonlar öteki üç adaya yerleşirken Ainular Hokkaido’da avcı/yiyecek toplayıcı olarak yaşıyor, çok sınırlı olarak tarım yapıyorlardı. Genleri, iskeletleri ve dış görünüşleri bakımından Japonlar aralarında Kuzey Çinliler, Doğu Sibiryalılar, özellikle Koreliler olmak üzere öteki Doğu Asyalılara çok benzerler. Ainuların genelde, Avrasya üzerinden doğuya göç etmiş ve kendilerini Japonya’da bulmuş olan beyaz ırktan insanlar olarak sınıflandırmalarına yol açmıştır. Genel genetik yapıları açısından yinede Ainular ile – aralarında Japonlar, Koreliler, Okinavalılar da olmak üzere- Doğu Asyalılar arasında akrabalık ilişkisi vardır. Ainuların ayırt edici dış görünüşleri, avcılık ve yiyecek toplayıcılığına dayanan hayat tarzlarına karşılık Japonların ayırt edici olmayan dış görünüşleri ve yoğunlukla tarıma dayanan hayat tarzları, çoğu kez, Ainuların Japonya’nın ilk sakinleri olan avcı/yiyecek toplayıcıları soyundan geldikleri, Japonlarınsa anakara Asya’sından daha yakın bir geçmişte gelmiş istilacılar oldukları gibi kestirme bir yoruma yol açmıştır.
Japonya’da yaşayan insanların neye benzediğini gösteren günümüze ulaşmış en eski kanıtlar, yaklaşık 1500 yıl önce gömütlerin önüne dikilmiş haniva denen heykelleridir. Özellikle göz biçimleri bakımından bu heykeller kuşkuya yer bırakmayacak şekilde bugünkü Japonlar ya da Koreliler gibi Doğu Asyalıların betimlemeleridir. Onlar Ainulara benzemezler. Japonya 1869’da Hokkaido’yu kendi topraklarına kattığı zaman okullarda Japon öğretmenler Ainu kültürünün ve dilinin kökünü kazımak için ellerinden geleni yaptı. Bugün dilleri fiilen yok olmuş durumda, beklide tek bir safkan Ainu yaşamıyor. Japonya ile ilgili en eski yazılı bilgileri Çin kayıtlarından elde ediyoruz, çünkü okur- yazarlık Çin’den Kore’ye ya da Japonya’ya yayılmadan çok önce Çin’de gelişmişti. Çin çeşitli halklardan “Doğulu barbarlar” olarak söz edilirken Japonya’dan Va adıyla söz ediliyordu; halkı birbiriyle sürekli kavga eden yüzden fazla küçük devlet arasında bölünmüştü. Japonya üzerinde Kore’nin, Kore aracılığıyla da Çin’in büyük etkisi olmuştu; Budizm, yazı, madencilik, öteki el sanatları, bürokratik yöntemler Japonya’ya onların aracılığıyla girmişti. En sonunda, M.S. 1712 yılında Japonya’nın, kısmen uydurma, kısmen gerçek olayların yazıya dökülmesi demek olan ilk tarihsel kayıtlarının tamamlanışıyla birlikte, Japonya tarih sahnesine tam olarak çıkar. 712 yılında Japonya’da oturan insanlar nihayet hiç kuşku götürmez şekilde Japon’du, (eski Japonca denen) dilleri hiç kuşku yok ki şimdiki Japonların atalarına aitti.
2. Yeniçağ öncesi Japon tarihine genel bir bakış
Tarih Öncesi ve Ön Tarih Japon adalarına ilk yerleşenler, M.Ö VIII. bin yıl öncesinden başlayarak, Kuzey Asya’dan geldikleri sanılan ve Üst Yontmataş (veya en azından Ortataş) devrinde yaşayan topluluklardı. Japonya’nın tarih öncesi birkaç evreye ayrılır: Öncomon veya Seramik Öncesi, Comon(yaklaşık olarak M.Ö. 7500- 300) ve Yayoi (M.Ö. 300-M.S 300). Bu son dönemde adaların kuzeyine Aynular gelip yerleşti ve son Comon halklarıyla karıştı. M.S 3.yy ortalarına doğru Kore’den geçen, Altay kökenli, atlı savaşçı grupları Güney Japonya’ya gelerek bölgeyi hakimiyetleri altına aldı. Bu insanlar ölülerini kofun denilen çok büyük Tümülüslere gömüyorlardı; Tümülüslerin çevresine kilden silindirler (haniva) sıralanıyordu. Bu savaşçılar aynı zamanda klanlara dayalı bir toplumsal örgütlenme şeması da getirdi. 1.Seramik Öncesi Buzul çağları boyunca (M.Ö. 2–3 milyon ile M.Ö. 10 bin yılları), deniz suyunun büyük bir bölümü kutup çevresinden donduğundan deniz düzeyi çok alçalmıştı, kıta sahanlığındaki Japon adaları kuzeyden, batıdan ve güneyden Asya kıtasına bağlı olmalıydı.Bu çağlara ait yer katmanlarında mamut ve fil taşılları bulunmuştur. Japonların ilk atalarının da böylece Asya’dan ve karadan gelmiş oldukları düşünülmektedir. 2. Comon (M.Ö. 4000–30 ) Comon, toprak kapları bezeme tekniğinde kullanılan ipin adıdır. Mezopotamya ve Mezoamerika gibi uygarlık odaklarında, çanak- çömlek buluntuları tarım devriminden sonra görülüyordu. Japonya’da ise tam tersi olmuştur. 3. Yayoi (Çeltik) (M.Ö. 300- M.S. 300) Comon’u izleyen çanak- çömlek evresi Yayoi olarak biliniyor. Döner testici tezgahında yapılmış Yayoi seramiği, kesin olarak bir sulu çeltik kültürünün ürünü sayılmaktadır. Japonlar çeltikleri depolamak için boy boy, çeşit çeşit kaplar yapmışladır. Bugünkü halkın, Japonca konuşan bir kültürden geldiği varsayılırsa, o kültürün Yayoi döneminde oluştuğu da söylenebilir. 538 yılına doğru Budizm’in Kore’den adalara gelişi genelde Japonya’nın tarih döneminin başlangıcı olarak kabul edilir. Asuka dönemi boyunca koyu bir Budist olan Prens Şotoku’ nun 622 yılında ölümünden sonra, 628 ve 701 tarihleri arasında birçok yasa çıkarıldı. Bu yasalarla, Tang Hanedanının saltanat sürdüğü Çin’i örnek alan bir yönetim sistemi benimsendi. Nara dönemi (710- 794) boyunca altı Budist mezhep, sonunda Nara’ya yerleşen Japon sarayına kendi görüşlerini benimsetmeye çalıştı. Nara devri, Japonya için yüksek bir kültür devridir. Japon kültürünün birçok temelleri o zaman atılmıştır.
İmparator Kammu, Nara’daki keşişlerin etkisinden kurtulmak için Nagaoka’da yeni bir başkent, on yıl sonrada, bu defa Heian-kyo’da bir başkent kurdu. Heian dönemi (794- 1185/1192), Heian şehri başkent olduktan kısa bir zaman sonra Japonya’nın en büyük şehri haline gelmiştir. Ülke bu dönemde genişlemiş, yeni Budist öğretiler ortaya çıkmıştır, büyük manastırlar kurulmuş ve Japonca’ya özgü yeni çekim eklerini yazmaya elverişli, hecelere dayalı yeni bir yazı yaratılmıştır. Ainularla muharebeler yaşanmış, Ainuların birçok grupları ülkenin daha kuzeyinde bulunan Hokkaido adasına geçmişlerdi. Böylece, Heian devrinin birinci kısmında Hondo adasının tamamen işgali vuku bulmuş ve nispeten küçük Japon devleti genişlemiştir. 858’den sonra Fujivara ailesi iktidarı ele geçirdi ve XII. yy’ın ortalarına kadar elinde tuttu. Bu aile ileride Japonya’nın “klasik dönemi” sayılacak bir barış ve kültürel gelişme dönemi başlattı. İki kısma ayrılan Heian devrinin ilk kısmı, Fujivara ailesinin elinde bulunan bir feodal grubun diktatörlüğüdür denilebilir. X. yy’da iki rakip klan, Tairalarla Minamotolar, Fujiaların yerini almaya çalışmıştır. Onları karşı karşıya getiren uzun mücadele, 1185’te Şimonoseki yakınında Dan- no Ura’da Taira donanmasının yok edilmesiyle sona erdi. Heian devrinin en tipik vasfı askeri faaliyetlerin her şeyden üstün olmasıdır. Kılıç bu devrin sembolü sayılabilir. Heian döneminin ortalarına doğru “kana” adı verilen iki fonetik alfabe geliştirilmiş ve Çince üslubunun yerini alarak gelişen saf Japon stili edebiyata ışık tutmuş ve oldukça geniş bir biçimde kullanıma girmiştir. Ayrıca bu dönemde sanat alanında da büyük gelişmeler kat edilmiştir.
Şogunlar dönemi(1192), Minamoto klanının önderi Yorimoto ve kardeşi Yoşitsune, Taira klanın bertaraf etmiş, sonrada Fujivalara karşı saldırıya geçmişlerdi. Minamoto no Yorimoto imparatorunkinin yanında ikinci bir hükümet kurmuştur. Yorimoto artık hiçbir yetkisi kalmayan imparatorun 1192’de kendisini başbuğ(şogun: askeri diktatör) olarak atamasını sağladı. Yorimoto uzak eyaletlere valiler gönderip vergi toplama işlerini düzenleyerek pratik ve etkili bir yönetim kurdu. Yorimoto’nun ölümünden sonra yönetim dul karısının ailesine yani Hoco’lara geçti. Bu yeni güç, yeni bir kültür ve ruh oluşturdu. Savaşçılar (Samurai) eski Buddhacı tarikatların geleneklerini reddederek daha sade din biçimlerine döndüler. Kamakura tepelerine Zen tapınakları inşa ettiler ve böylece yeni bir Buddhacılık ve aşılanmaya ve dinsel yazılar Japonca’ya çevrilmeye başlandı. 1221’de bu dinamik hükümet, otoritesine karşı gelen bir ayaklanmayı bozguna uğrattı. Beş yıl sonrada Asya’dan gelen daha büyük bir tehlikeyi bertaraf etti. 1274’te ve 1281’de Kubilay Hanın büyük Moğol ordusu Japonya’yı istila etti, ancak etkin bir savunma ve kamikazeler(kader fırtınası; 1274’te ve 1281’de çıkıp Moğol donanmasını yok eden iki fırtınaya Japonlar tarafından bu ad verilir) sayesinde Moğol ordusu püskürtüldü.
Zamanla kıskançlık ve Hocolara duyulan nefret arttı ve 1333yılında Aşikaga Takauci imparator II. Daigo ile birleşerek bu iktidara son verdi. İmparator bundan sonra otoritesini yeniden kurmaya çabaladı. Ancak Aşikaga 1336’da imparator II. Daigo’yu Kyoto’dan sürerek, yerine bir kukla imparator geçirdi. İki yıl sonrada kendini şogun ilan etti. 1333’ten 1338’e kadar süren imparatorluk yönetiminin kısa ömürlü restorasyonun ardından Kyoto, Muromachi’de Ashikaga ailesi tarafından yeni bir askeri hükümet kuruldu. Muromachi Dönemi 1338’den 1573’e kadar, iki yüzyıldan uzun sürdü. Bu dönem zarfında Bushido’nun sert disiplini estetik ve dini faaliyetlerde ifadesini bulmuştur. Aşikaga tahta oturttuğu imparatorun 1338’de kendisini şogun olarak tanımasını sağladı. Meşru imparator Yamato Dağlarına sığındı ve böylece iki saray dönemi başladı.
3. Yeniçağ'da Japonya
Bu dönemde tahtın başında olan Aşigaka Takauji, idareden memnun olmayan halkı ve Samurai sınıfını da çevresinde toplayarak ayaklanmış, üç yıllık bir uğraşmadan sonra baştakileri devirerek Muromaçi iktidarını kurmuştur. Merkezi Kyoto olan bu yeni idarenin başında İmparator Komei bulunuyordu. Bundan sonra Kuzey ve Güney Japonya’daki saraylar arasında 60 yıl süren bir iç savaş başlamıştır. Bu kargaşalık döneminde Japonya’ya gelen Avrupalılar iç politikayı etkilemeye başladılar. 1543’de Portekizliler geldiler; kısa bir süre sonra da Cizvit misyonerleri faaliyete geçtiler. Neticede Aşigakaların üçüncüsü olan Yoşimitsu, iki sarayı birleştirmiş, daimyoyu(derebeyler sınıfı) da kontrolü altına alarak barışı sağlamıştır. Zamanla harbin tahribatı yüzünden Şogunate zayıflarken, daimyo gittikçe güçlenmiştir. Bu arada köylüler çeşitli bahanelerle ayaklanmışlar, taht kavgaları başlamış ve bu kargaşalıklar ülkeyi Onin Savaşları(1467- 1468)’na sürüklemiştir. Beyler arasındaki bu çatışmalar 100 yıl boyunca sürecek ve Japonya’dan sivil savaş eksik olmayacaktır.A. FEODAL DEVİR 1. AŞİKAGA DEVRİ (1393- 1573)
1393- 1573’e kadar süren bu yeni devre, Aşikaga ailesine mensup Şogunların oturdukları sarayların ismine göre “ Muromaçi ” devri de denir.Aşikagaların idaresi, kuvvet muvazenesini güden, gayri faal bir idare idi. Şogunlar Kyoto’da, kendi zevklerine uygun bir hayat sürerek, memleketin iç işlerine uygun olduğu kadar az ve yalnız hakim sıfatıyla idare ediyorlardı. Bu sistemin neticesi daimi harblerin azalması, fakat diğer taraftan da hakiki kudretin, az bir zaman sonra tekrar Şogunların eline geçmesi oldu. 60 sene süren iç harblerden yorgun düşen samuraylar, bir zaman için yüksek ve nispeten adil bir hakimin emrine memnuniyetle itaat ediyorlardı. Bu gayrı faal Şogun her türlü entrika için müsait bir zemin hazırlıyordu. Ancak yavaş yavaş samuraylar yeniden kuvvetlenince, iç harp tekrar alevlenmeye başladı, zamanla basit entrikalar, yine kanlı taht kavgaları haline geldi. Aşikaga devri bazı hususlarda, Heian devrine benzemektedir. Yoşimitsu’dan itibaren, Kyoto’da çok kültürlü ve ince, yüksek bir hayat başlamıştı. Kamakura devrinin asker zihniyeti unutulmuş gibiydi. Çin kültürüne karşı beslenen nefret ve üstünlük hisside kaybolmuştu. Aşikagaların hakimiyeti altında, Çin- Japon münasebetleri daha sıkı ve daha iyi olmuştur. Moğollardan korsanlığı öğrenen(1368’den önce öğrenişler) Japon korsanların yaptıkları baskınlarda eksik değildi.Bu dönemde Çin hükümeti ile Japon Hükümeti arasında ticari anlamda rekabetler yaşanmıştır. Aşikaga Şogunları arasında ilk buhran, 1423’te başlamıştır. Beş sene süren münakaşalardan sonra, nispeten kuvvetli ve pek o kadar genç olmayan bir aile üyesi Şogun olarak seçilmiştir (Yoşinori). Bu senelerde Aşikaga ailesinin Kamakura kolu, Kyoto’da nüfus kazanmak istediyse de, muvaffak olamamış ve Kamakura’da başlayan bir aile savaşı neticesinde, oradaki bütün Aşikagalar ya öldürülmüş yahut sürgün edilmiştir. Hem bu tehlikeye karşı ve hem de Hiei dağının rahiplerinden gelen tazyika karşı Yoşinori sert, fakat akıllı hareket etmiştir. Memleketin içerisinde yalnız güneydeki adada (Kyuşu adası) büyükçe muharebeler olup, birçok samurayların mülküne el konulmuştur. Bu savaşlar genel olarak aile kavgalarından başka bir şey değildir. Yalnız topraksız kalan mağluplar hayatlarını kazanmak için, yeni çareler düşünmek mecburiyetinde kalmışlardı; onların en fazla beğendikleri meslek, korsanlık olmuştur. Böylece 1400’den sonra, korsanlık bir derece daha artmıştır. Kyuşu adasındaki kavgalar, 1450’ye kadar devam etmiştir. Kyoto hükümeti her zaman olduğu gibi, gayrı faal olup, işe karışmak istemiyordu. Ayrıca, Kyoto saraylarındaki debdebenin, devletin maliyesi üzerindeki felaketli tesirleri, gittikçe daha fazla hissedilmekteydi. Vergiler, israfı karşılayamıyordu. Bunun için, zamanla yeni yeni vergiler ihdas edilmişti: Ev vergisi, kapı vergisi, araba vergisi, mezat salonu ve pirinç dükkanı vergisi, şarap ve şaraphane vergisi vesaire gibi. Hepsinden fena olan varlık vergisi ise, eskiden her yedi veya on senede bir ödenir ve devletin fevkalade masraflarını karşılardı. Şimdi ise bu vergi de, diğerleri gibi, her sene toplanıyordu. Bu durumda 1467’den itibaren başlayan büyük buhran daha iyi bir şekilde anlaşılmaktadır. Buhran devrine Japon tarih kitaplarında umumiyetle “iç harp devri” denilir. 1467’den itibaren, yüz sene içinde (1569’a kadar) Japonya’da hemen hemen memleketin her yerinde birçok harpler olmuştur. Bunlardan biri yukarıda da bahsettiğim üzere Onin harbidir. Bu devirde muharebeler umumiyetle başkentin dışında vuku bulmuştur. Sebebi de, feodal aileler arasındaki miras meseleleridir. 1467’de iki büyük miras kavgası başlamıştır: birincisi Şiba ve Şibalara akraba olan Yamana ailesi ile Şibaların diğer bir kolu arasında; ikincisi ise Hatakeyama ailesinin iki kolu arasında olmuştur ve Yamanalar buna da karışmıştır. Aşikaga ailesi içinde de birlik olmadığından, bu ailede kavgalara uzak kalamamıştır. Böylece en kanlı muharebeler, Kyoto şehrinin içinde olmuş ve az bir zaman sonra şehir o kadar harap bir hale gelmiştir ki, her iki taraf, artık şehrin dışındaki yerlere çekilmiştir. 1477 senesi sonunda Yamanalar, Kyoto şehrini terke mecbur olmuş, oradaki evlerini yakarak geri çekilmişlerdir. Böylece başkentte sulh başlamıştır.
Onin harbini başkentin dışında, taşrada vuku bulan “Bummei Harbi (1477- 1490)” takip etmiştir. Bu iki harbin(yani Onin ve Bummei) neticesinde Aşikaga Şogunlarının kuvvetten düşmesi olmuştur. 1490 Şogunlar da imparatora benzeyen kuklalar haline geldiler. 1521’e kadar Şogunları iş başına getiren veya uzaklaştıranlar, Hosakava ailesinin reisleriydi. 1490’dan 1569’a kadar süren 80 senelik harbin safhalarını anlatmak mümkün değildir. Bu devre herkesin herkese karşı giriştiği bir savaş devri adını vermek, belki daha doğrudur. Aynı zamana rastlayan Orta Avrupa düşünülürse, durumun buna benzediği görülür. Aşikaga Devrinde Sanat, Din ve Kültür Orta çağ’da İtalya yarımadasındaki sayısız şehir ve devletçikler mütemadiyen birbirlerine karşı savaşmakla beraber, zamanın en canlı ve yüksek sanat hayatını nasıl yaratmışlarsa, Japonya’da da XV. ve XVI. Yüzyıllarda, harbin bütün ıstırapları yanında devrin en güzel sanat eserleri meydana getirilmiştir. Aşikaga devrinin sanatında, Zen Buddhizminin tesiri çok bellidir. Fakat bu, bütün sanatın dini sanat olması demek değildir. Bilakis, Aşikaga devri, dini sanatın intihatı devridir. Bu sahada enteresan sanat eseri, “No" tiyatrosunda kullanılan maskelerdir. Eskiden beri Japonya’da köylerde yaşayan köy tiyatrolarında aktörler bu maskeleri kullanırdı. Mimarlığa gelince; mabetler yine güzel ise de bir yenilik göstermezler, üslubu, eski üsluptur. Zen mabetleri ise Çin örneklerine göre inşa edilmiştir. Evler ise, direklerden yapılmış, yani hiçbir ev doğrudan doğruya zemin üzerine yapılmaz, daima zeminden bir metre kadar yükseğe inşa edilirdi. Bu evlerde mobilya pek olmazdı. Oturma odasında “toko” denilen bir köşe bulunurdu. Onun yanında diğer bir köşede “tana” denilen yataklar için bir iki yük bulunurdu. Akşamüstü yataklar çıkarılır ve odanın ortasına yayılırdı. Yemek zamanında herkes bağdaş kurarak otururdu. Yemekler sıcak yemek konulunca bozulmayan ince lake kaplara konulurdu. Nadir görülebilen dolap, duvarın içindedir. Bu yaşayış tarzı milli ve eski Japon usulüdür.
Çay seremonisi için de 16. asırda ayrı evler inşa edilmiştir. Çay merasiminin en büyük üstadı olan Senno Rikyü (1521- 1591) bu adetin gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Bu devirlerde kılıçlar büyük bir itina ile yapılıyordu. Yujö isimli bir usta (1440- 1512) tarafından yapılan kılıç ve kılıfı, ta XVIII. Asrın başlangıcına kadar örnek tutulmuştur.Bu senelerde en fazla gelişen sanat kolu, ressamlıktır. Meşhur birçok ressam isimleri arasında, şüphesiz en meşhuru Şeşşu’dur (1420- 1506). Şeşşu’nun akademisinden Sesson isimli daha başka büyük bir sanatkar çıkmıştır. Dini hayat, çok kuvvetli bir Zen tesiri altında bulunuyordu. Yalnız şunu zikretmemiz lazımdır ki, halk tabakaları arsında yaşayan eski halk (yani Şintolar), tamamen Buddhizm içinde erimiştir. Mamafih Şinto mabetleri yine her yerde vardı; fakat orada ayinler, yarı yarıya Buddhist ayinleri idi. Mutlak Şinto dininin kurucusu Yoşida Kanetomo (1435- 1515), Buddhizm, Taoizm ve Konfuçyanizm’e karşı vaziyet almıştır. Bu devirde felsefi ve dini edebiyattan ziyade tarihçilik gelişmiştir. Bu tipin ilk eseri, 1223’te “Jiçin” isimli bir rahip tarafından yazılan “ Gukvanşo” dur. 2. MODERN ÇAĞ BAŞLARI (Yeni Çağ Feodalizmi) İlk Avrupalılar Moğollar devrinde birçok batılı Çin’e gelmiştir. Marco Polo bunların en tanınmış olanıdır. Avrupa’ya Japonya hakkında ilk haberler, Marco Polo sayesinde gelmiştir. On beşinci yüzyılda, Portekizlilerin yayılmasıyla başlamaktadır. İlk Portekiz gemileri 1500’den önce Çin sahillerine gelmiştir. Bu dönemden sonradır ki, 1542’de Japonya’nın en güney adası olan Tanegaşima kıyılarına sürüklenen bir grup Portekizli tacirler, ilk alaybozan tüfeklerini ülkeye soktu. Aynı senede, Japon tarihi için çok mühim olan İyeyasu doğmuştur. Bu itibarla 1542 senesi tarihi bir senedir. Japonlar ilk Avrupalılara karşı çok müspet davranmışlar, Avrupalılarda batı ilmini derhal buraya sokmuşlardır. Bundan dolayı Avrupalıların Japonya’ya gelmesi, Çin veya Hindiçini gemileri gibi diğer ecnebi gemilerin gelmesiyle mukayese edilemez. 1549 senesinden önce, Portekizliler Kyoto şehrine kadar gelmişler ve şehrin büyüklüğüne hayran olmuşlardır. O senelerde Malakka’da bulunan meşhur Cezvit Francisco Xaver, bu yeni keşfedilen memleketten haberdar olmuş ve hemen oraya gitmiştir(1549). Ülkeyi Hıristiyanlaştırmaya başlamıştır. Japonların ise ecnebilere ve onların dinlerine bu kadar ilgi göstermelerindeki sebep; Portekizlilerin top ve tüfek gibi sonsuz muharebelerde mükemmel bir silahla yeni ve çok pratik şeyler getirmeleri ve Japon samuraylarının bunların yapımının sırrını öğrenmek istemelerindendi. Ayrıca onların daha başka faydalı icatları vardı. Bunun için Japonlar, Portekizlileri adeta davet etmişlerdir. Ertesi yüzyılda Portekiz’in yanında İspanya, Hollanda, İngiliz gemileri, Nagasaki ile Hirado’ya geldiler. 1552’de Xaver Çin’e ayak basar basmaz ölmüştür. Bundan sonrada Nobunaga dönemi başlamıştır.
B. DİKTATÖRLER DÖNEMİ 1. NOBUNAGA DÖNEMİ (1534- 1582)
Japon siyaset aleminde yeni bir yıldızın parlamaya başladığı görülür. Nobunaga adındaki bu yıldız, gayet küçük ve Kyoto’nun kuzeyinde bulunan bir beyliğin reisiydi. Henüz on altı yaşında iken “aptal efendi” denilen bu çocuk, kendisinden çok daha kuvvetli bir beyi, kendi topraklarından geçmek istediği için mağlup etmiş ve beyi öldürmüştür. Onun şöhretinin temeli bununla atılmış, eski lakabı da unutulmuştur. Bu harpte onun adamları arasında bulunan Hideyoşi adlı genç 22 yaşında iken(1558) Nobunaga’nın hizmetine girmiş ve Nobunaga ancak onun yardımıyla muvaffak olmuştur. Nobunaga’nın aynı derecede kabiliyetli bir başka arkadaşı daha var idi. Bu, Nobunaga tarafından mağlup edilen beyin bir yardımcısı olup, efendisinin ölümünden sonra (1560) henüz 18 yaşında iken, Nobunaga ile dostluk kuran Tokugava İyeyasu idi. Bu üç insan yalnız o devrin değil, belki de Japon tarihinin en büyük dehalarıdır. Nobunaga bu ilk muvaffakiyetinden sonra, sistematik bir şekilde sahsını genişletmeye başlamıştır. 1568 senesinde Nobunaga ustaca yapılan bir sürü savaşlar neticesinde, Kyoto’yu işgal ederek, oradaki kuklayı uzaklaştırmaya muvaffak olmuş ve kendisine dehalet eden Aşigaka’yı da Şogun tayin etmiştir. 1570’lerde Nobunaga için çok tehlikeli vaziyetler olmuş; düşmanları Kyoto’nun banliyösüne kadar ilerlemişlerdir. Nobunaga Doğu Japonya’da yeni başarılar kazandıktan sonra, Kyoto’da tekrar bir tehlike baş göstermişti. Bu sefer Şogun’un kendisi, Nobuga’nın düşmanları ile birleşerek iş başına geçmek istemiştir. Şogun derhal mağlup edilmişe de, Şogun’un müttefiklerine karşı 1573’ten itibaren pek çok savaşalar yapılmıştır. Nobunaga da bazen taarruzdan müdafaaya geçmek zorunda kalmış, o zaman Kyoto’nun kuzeyinde bulunan meşhur Biva Gölü’nün kenarındaki kalesine çekilmiştir. Bu durum, Orta çağ Avrupa durumuna çok benzemektedir. Her iki yerde de feodalizm çökerken, feodal beyler birbirlerine karşı harp açmışlar ve kaleler beylerin istinat yerleri olmuştur. Hatta daha yakın bir mukayese yapmak istersek, bu durumu Osmanlıların gelmesinden önceki Anadolu’ya benzetebiliriz; ancak Japon gelişmeleri geçtir. Nihayet 1582’de 68 Japon eyaletinden 32’si kendi emri altında bulunuyordu, üç eyalette arkadaşı İyeyasu’nun elinde idi. Nobunaga, Japonya’nın geri kalan eyaletlerini işgal etmek üzereyken 21 Haziran 1582’de Kyoto şehrinde katledilmiştir. Katil Nobunaga’nın kendi adamlarından biriydi. Nobunaga’nın esri tam değildi. Fakat başardığı işler büyüktü: Kilisenin askeri kuvveti kırılmıştı. En kuvvetli beyler itaat altına alınmış, bir kısım topraklar ellerinden alınarak yeni bir takım insanlara verilmişti. Nobunaga’nın ölümüne müteakip, Hideyoşi Kyoto’ya gelerek Nobunaga’nın katilini öldürmüştür. Fakat ondan sonra hem Nobunaga’nın ahfadı, hem de Hideyoşi ile İyeyasu arasında mücadele ve muharebeler başlamıştır. 1584 senesinde İyeyasu ile anlaşmaya varmış ve Hideyoşi Nobunaga’nın yarı kalan esrini devam ettirmeye çalışmıştır.2. Hideyoşi Dönemi (1537- 1598)
Hideyoşi’nin ilk işlerinden biri, Kyoto civarında iki yeni şato yaptırmak oldu. Şehri bu şekilde emniyet altına aldıktan sonra daha önce yukarıda zikrettiğim muharebeler başladı. Fakat bu senelerde bile Hideyoşi devletin iç durumu ile meşgul olmaya vakit bulmuştur. Bilhassa tapu ve kadastro işlerini ele alarak yavaş yavaş kendi idaresi altında bulunan bütün toprakları yeniden ölçtürmüştür. Böylece vergi siteminde yenilikler yapabilmiş, devletin idare mekanizmasını tanzim ve ihya edebilmiştir. Para sistemi de yeni esaslara göre düzeltilmiştir. Bu arada Hıristiyanlık epeyce ilerlemiştir. Hideyoşi’nin saray halkı arasında bile birkaç Hıristiyan Japon bulunuyordu. Hideyoşi, güney adasını (Kyuşu) işgal etmek istediğinden, Hıristiyan tesirinin kuvvetli olduğu bu adadan Osaka ve Kyoto’ya gelen giden Hıristiyan Japonlar sayesinde güneyin askeri hazırlıkları hakkında iyi malumat alıyor ve papazlara karşı bundan dolayı dostça davranıyordu. 1587 senesi başında, Hideyoşi’nin büyük güney seferi başladı. Hideyoşi güneyin bütün coğrafyasını, müdafaa hatlarını ve saireyi iyi biliyordu. Bunun için, harp altı ay geçmeden bitmiş, bütün Kyuşu adası işgal edilmişti. Bu suretle yüz seneden beri ilk defa olarak bütün Japonya bir tek idare altına girmiştir. İyi bir devlet adamı olan Hideyoşi, düşmanını ezmemiştir; sulh muahedesi fevkalade iyi ve adil idi. Nitekim güneyde hiç isyan olmamıştır. Fakat bu büyük zafer, aynı zamanda Hıristiyanlar için öldürücü bir darbe oldu. Sonra ise dinin bütün varlığı, yalnız bir tek insana, Hideyoşi’ye bağlı idi. Nihayet Buddhist rahiplerini de hesaba katmak lazımdı. Memleketin en büyük kısmı, Buddhist idi. Nobunaga’nın darbelerine rağmen, rahipler hala bir kuvvet teşkil ediyorlardı. Toprağın büyük bir kısmı, eskisi gibi, manastırların elinde idi. Papazlar manastır ve mabetlerin yıkılmasını teşvik ediyorlardı. Bu dönemde gizli olarak birçok Cizvit Japonya’da kalmış ve bir müddet daha dinlerini yaymışlardı. Cizvit Papazlarının Kovuluşu 1587 yılında Japon imparatorunun başvekili Hideyoşi, Hıristiyanların papazlarından şu beş sorunun cevabını istedi:1- Niçin vatandaşlarımızı Hıristiyan olmaya zorluyorsunuz? 2- Niçin Buddhist rahiplere karşısınız? 3- Niçin Buddhist mabetlerin yıkılmasını istiyorsunuz? 4- Niçin faydalı hayvanların etini yiyorsunuz? (Buddhistler et yemezler normal Japonlar ise az yerler çoğunlukla balık eti yenir). 5- Niçin sizin adamlarınız Japon vatandaşlarını başka ülkelere köle olarak satıyorlar?
Papazın cevabından anlaşıldığına göre, Portekizliler gerçekten fakir Japonları köle olarak satıp, büyük karlar elde ediyorlardı. Hideyoşi’nin emri kesindi: “bütün papazlar 20 gün içinde ülkeyi terk ersinler!” Bu karar tüccarları kapsamıyordu. Fakat ticari münasebetler devam ederken, papazlar bir yolunu bulup gizleniyor ve faaliyetlerine devam ediyorlardı. 1620’lerde Avrupa’da cereyan eden mezhep kavgaları zaten kuşku içindeki Japonları, Hıristiyanlığın toplum barışını tehlikeye düşürücü bir din olduğu kanaatine zorladı. Ve 1624 yılında, yalnız papazlar değil, herhangi bir Avrupalının Japon toprağına ayak basması yasaklandı. Şimabara ve Amakusa adlı beyliklerde misyonerler çok başarılı olmuş ve halkı tamamen Hıristiyanlaştırmışlardı. Hıristiyanlığa karşı başlatılan resmi tavır karşısında, ülkenin diğer kesimlerinden bazı Hıristiyanlar da buralara gelmişlerdi. Bunların arasında toprağı elinden alınan birçok samuray da vardı. Yapılan baskılar sonucu Hıristiyanlar isyan etti ve bir kaleyi ele geçirdiler. Japon ordusu kaleyi kuşattı ve içindekileri imha etti. Böylece Japonya’da Hıristiyanlık ortadan kalkmış oldu. Cizvit misyonerleri aynı zamanda çok başarılı yayıncılardı. Bunlar dini eserlerden başka, sözlükler, dil bilgisi kitapları ve kilise okullarında kullanılacak ders kitapları yayınlayarak Japonların Avrupa yazısı ile baskı yapmalarına yardımcı oldular. Bu tarihlerde bazı Japonlar Avrupa’ya seyahat ettiler. Bu sırada Vatikan’ın önemli bir misyonu bulunmaktaydı. Kyuşu’nun işgalinden sonra, Hideyoşi’nin gayesi Kyoto’nun kuzeyindeki sahayı emri altına almaktı. İyi bir fırsat çıkınca da hemen büyük bir ordu ile kuzeye yürümeye karar vermişti (1590). Çok emek sarf etmeksizin, ordu kalenin önünde güzel bir karargah kurdu. Günler eğlence ile geçiyordu. Netice de kale komutanı ve Hojo ailesinin reisi, teslim olmak ve intihar etmek mecburiyetinde kaldı. Bundan sonra, bütün kuzey Japonya’da müstakil hiçbir bey kalmamıştır.
Bu seferin bir başka neticesi de, Hideyoşi’nin eski dost, fakat aynı zamanda daimi bir rakibi olan İyeyasu ile kurulan dostluktur. İyeyasu Hojo ailesi ile evlenme suretiyle akraba olduğu için, Hideyoşi bunların topraklarını almış, fakat bunların yerine eski toprağını geri vermeye razı olmuştur. Hideyoşi’nin rakibi, böylece biraz uzaklaştırılmış ve daha az ehemmiyetli bir yere götürülmüştü. Bu Hideyoşi’nin durumunu bir kat daha sağlamlaştırmıştır. Uzak Doğu’nun ticari problemleri ve Hideyoşi’nin Çin harbi: Hıristiyanlık her ne kadar Japonya’da yasak idiyse de, gizli Hıristiyan propagandası eskisinden daha kuvvetli olarak devam etmekte idi. 1596 senesinde Portekiz tüccarlarının resmi papazlarından başka, gayrı resmi olarak 125 papaz Japonya’da çalışmaktaydı; halbuki bütün Çin’de ancak 50 papaz bulunuyordu. Hideyoşi, Japon beyliklerini hakimiyeti altına aldıktan sonra, dünya siyaseti Hideyoşi’yi daha fazla alakadar etmeye başladı. Dünya siyaseti, ticaret ile yabancı memleketler hakkında daha fazla malumat demektir. Ticaretin çoğalmasını istediği zaman tüccarlarla beraber gelen, bunlardan ayrılmayan papazların gelmesine müsaade etmek icap ediyordu; bununla beraber, Japon Hıristiyanları yabancı memleketler hakkında malumat almak hususunda faydalı oluyorlardı. Bütün bu mukavelelere rağmen, 1593 senesinde ilk Fransiskan papazları, misyoner olarak değil de sözde, elçi olarak Japonya’ya gelmiş ve iki tarikat arasında kavga da hemen başlamıştır.
Çin’de olduğu gibi, bu kavganın yegane neticesi Hideyoşi’nin Şüphelerinin bir kat daha artması oldu. Portekizlilerin ticaret yolu, Malakka yarımadasından, Hongkong’un karşı tarafında bulunan Makao’ya ve müstemlekeden, Çin sahillerini takip ederek, Japonya’ya gidiyordu. İspanyollar ise Filipinlerde Manila şehrini kurarak ada üzerindeki hakimiyetlerini sağlamlaştırmakla meşguldüler. Fakat Hideyoşi İspanyolların, Formoza adasında da müstemleke kurma teşebbüslerinden haberdardı. Büyük kafileler halinde Çin sahillerine gelen ve orada bulduklarını yağma eden korsanların geliri her gün biraz daha artıyordu. Çinlilerin müdafaa tertipleri faydasız kalmıştı. Büyük Japonya’nın tek fiili hükümdarı Hideyoşi için şimdi büyük fırsatlar ortaya çıkmıştı. Hakikaten Çin’den başka, Uzak Doğu’da en kuvvetli devlet Japonya idi. Japonya’nın emellerinin gerçekleşmesi için yerine getirilmesi için Kora’nın işgal edilmesi gerekiyordu. Moğol orduları, Kora’dan hareket etmişlerdi; askerlerinin çoğu da Koralı idi. Kora’ya harp açmak, aynı zamanda Moğol istila teşebbüsünün intikamını almak demekti. Kora’nın işgali eski durumu yeniden tesis etmek demekti. Bu iki fikir, Japon milli fikirlerine uygundu ve askerin maneviyatı üzerinde müspet tesir uyandırabilirdi. Kora Çin devletinin bir parçası olduğu için, müstakil bir siyaset gütmek istemiyordu. İşte Çin’e olan bu bağlılık, Hideyoşi’nin planları için engel teşkil ediyordu. Kora’ya müdahale ettiği takdirde Çin müdahale etmeyecek miydi? Bunu için Çin’in bu zamandaki siyasi durumuna bir göz atmak gerekir. Çin’de hala Ming sülalesi hakim sürüyordu (1368- 1644).
Fakat Ming devletinin iç ve dış durumu parlak olmaktan çok uzaktı. Çin’den ayrılan Moğollar, yeniden kuvvetlenmişti. Bu senelerde, Mançurya hududundaki Tungus kabileleri arasında bir kaynaşma başlamıştı. Hudutta kabiliyetli bir reisin idaresi altında birkaç kabile, Mançu federasyonunu teşkil etmişler ve Çin hudut memurlarına karşı isyan etmeye başlamışlardı. Hideyoşi’nin hesabına göre, kora’ya karşı girişilen bu taarruzda, Çin ya kımıldamayacaktı yahut da çok zayıf kuvvetlerle müdahale edebilecekti. Hatta Kora’nın işgalinden sonra, ya Moğol ya Mançurlarla işbirliği yapmak suretiyle, bütün Çin’in işgali mümkün görünüyordu. Hideyoşi, Çin’e taarruz ettiği takdirde, Japon Hıristiyanları asker olarak büyük bir rol oynayacaktı; papazlar Çin’deki arkadaşları ve Çin Hıristiyanları sayesinde Hideyoşi’ye ayrı bir yardım temin edebilirlerdi. Belki, Çin’in işgalinden sonra, büyük bir devletin bütünü, Hıristiyan propagandasına açılmış olacaktı. Hazırlık olarak, 1587 senesinde, Hideyoşi’nin bir elçisi Kora’ya giderek Kora’nın kralının Japonya’ya hiç elçi ve haraç göndermediğinden şikayet etti. Kora kralı, deniz yolculuğunun uzun sürdüğü ve Koralıların iyi denizci olmadığını söylemek suretiyle buna nazik bir red cevabı vermişti. Fakat yeni müzakerelerden sonra, 1590’da bir kora heyeti Kyoto’ya geldi. Hideyoşi bunları hemen hemen bir sene tuttuktan sonra, Çin planından bahsederek, Kora’dan serbest geçiş ve dostça bitaraflık istedi. Kora devleti, bu teklifi reddetti. 1590’dan itibaren Hideyoşi gemi ile asker toplamaya başladı. 300.000 asker hazırladı. Bunlardan 200.000’i Kora’ya gidecek geri kalanlar ise, muhtemel bir Çin mukabil taarruzuna karşı memleketi müdafaa edeceklerdi. Harekatı idare edecek olan Hideyoşi, Kora;’ya gitmeyecek Kyoto’da kalacaktı. 1592’de ilk Japon askeri, Nagoya limanından hareket ederek, Kora’nın Tsoşima adsı üzerindeki Fusan şehrinde karaya çıktı. Mahalli Kora komutanları şehir ve kalelerini iyi müdafaa ediyorlar; fakat düşmanın çokluğu karşısında eziliyorlardı. Merkezi hükümetin elinde buluna ordular, ise teşkilatlandırılmamış, iyi talim görmemiş ve vaktinde hazırlanmamıştı. Bunun için Japon orduları durmadan ilerliyorlardı. 12 Haziran 1592’de Kora’nın başkenti Soul işgal edildi. Kora kralı kuzey-batıya kaçtı; Japon askeri ile fukara başkent halkı, sarayı ve resmi daireleri yağma edip yaktılar. İyi askerlerden mürekkep olmayan Çin yardımcı ordusu, 1593 senesi Şubat ayında Ping- yang’da Japonların mağlup ettiyse de, başkente kadar ilerleyince, mukabil bir taarruza uğradı ve ağır bir şekilde yenildi. Fakat Japon ordusu niçin daha Ağustos ayında Ping- yang’ın önünde durarak, daha fazla ilerlememiştir?
Kora donanması, Japon donanmasından çok iyi idi. Ağır Kora gemileri, hafif Japon gemilerine taarruz ediyor, yanar oklarla onları yakarak, batırıyorlardı. Japon donanması için 1592 senesi Ağustos başında güney Kora sahillerinde girişilen büyük deniz harbi öldürücü bir darbe oldu. Sağlam Kora gemileri Japon gemilerinin yan tarafına bindirerek, gemileri ikiye ayırıp, batırdılar. 119 Japon gemisi bu suretle batırıldı. İşte Doğu Asya tarihinin bu en büyük deniz muharebesi neticesinde Japonların ilerleyişi durduruldu. Japonların gelişinden önce Kora’da iç durum, dediğimiz gibi, bu suretle batırıldı. İşte Doğu Asya tarihinin bu en büyük deniz muharebesi netincesin de Japonların ilerleyişi durduruldu. Japonların gelişinden önce Kora’da iç durum, iyi değildi. Büyükler arasında kavgalar çıkmıştı. Japon işgalinden sonra ise, bu büyüklerin küçük orduları, tabii bütün bir Japon ordusunu mağlup edemiyordu, fakat çete harbi usulleri kullanarak ayrı Japon bölüklerini hırpalıyordu. Bir dağın tepesinden geceleyin şehre inerek, bir Japon taburunu imha ediyor ve yine geri çekiliyorlardı. Soul şehri önünde kazanılan zaferden sonra, Japonların cesareti kırılmıştır. Japonlar başkentten çekilmeye başladılar. Çinliler ise, bu vaziyetten memnun olarak ordularını Çin’e geri çektiler ve Nagoya’da Hideyoşi ile pazarlığa giriştiler (Haziran 1593 ). Ancak, intikam almak isteyen Koralılar harbi devam ettirmek istiyorlardı. Çin kaynaklarına göre, 1595 senesi Şubat ayında iki memur Japonya’ya gitmiş ve Hideyoşi’ye “Japon kralı” ünvanını vermiştir. Çin elçileri ancak Ekim 1596’da Pekin’e dönmüşlerdir. 1597’de Hideyoşi ikinci sefere başlamıştır. Bu harekatın gayesi yalnız, Koralılar üzerine bir baskı icra etmek ve Çin devletinin zaafından faydalanarak, Kora’yı Japonya’ya bağlamak idi. Bu defa Kora’nın daimi işgali istenilmiyordu. Kora’dan bir heyet P;ekin’e gelmiş ve yardım istemiştir. Japonlar birkaç zaferden sonra, Eylül 1597’de tekrar Soul’u almışlardır. Japon ilerleyişiyle, Kora’nın büyük kısımları ikinci bir defa işgal edilmiştir. 1598 senesinde savaşlar devam ediyordu. Çinliler Japonlara taarruz ettikleri halde, zafer kazanamamışlar; ikinci bir mağlubiyet de, Mayısta vuku bulmuştur. Son büyük bir Çin taarruzu ancak Kasımda yapılabilmiştir. İlk önce iki Çin kolu bazı muvaffakiyetler kazanmışsa da, üçüncü kol Japonlar tarafından tamamen imha edilmiştir. Tam bu arada Hideyoşi hastalanarak ölmüştür (1598).
Japon komutanları bunun üzerine, faaliyetten vazgeçmeye ve Japonya’ya dönmeye karar vermişlerdir. Son Japon kuvvetleri 1599’da memleketlerine dönmüşlerdir. Nisan’da Pekin’de zafer bayramı kutlanmıştır. Sonuç olarak Hideyoşi’nin büyük emekle yapılan Çin ve Kora seferi muvaffakiyetsizlikle sona ermiştir. Hideyoşi’nin ölümünden sonra halefi olan oğlu ile naipler meclisinin durumu güçleşmişti. Çünkü İyeyasu’nun şöhreti eskiden beri her yere yayılmıştı. İki parti arasında mücadele olacağı daha başlangıçta belli idi. Bu mücadele umulduğunda önce, 21 Ekim 1600’de başladı. İlk önce naipler tarafında bulunan eski kora komutanlarından biri, gizli bir anlaşma gereğince İyeyasu’nun tarafına geçtiği zaman, naipler mağlup oldular (Sekigahara Savaşı ). Bu zafer yalnız İyeyasu’nun zaferi değildi. İyeyasu’nun tarafında, eskiden beri iktisadi bakımdan fena bir durumda bulunan ve bunun için de Hideyoşi’yi meşgul eden kuzey ve kuzey-batı çevreleri toplanmıştı. Sulh seven ve naipler tarafını tutan parti ise, çoğu güneylilerden mürekkep idi. Korsanlık yapanlar, işte bu güneyliler idi. Kuzeylilerin zaferi ile korsanlıkta ortadan kalkmıştır. 3. EDO VEYA TOKUGAVALAR DÖNEMİ (1600- 1868 ) Sekigahara zaferinden sonra İyeyasu, Minamotoların bir kolu olan Tokugava ailesinden geldiği için, kendini Şogun yaptırmıştır (1603) ve bu tarihten itibaren 1876’ya kadar, bütün Şogunlar hep Tokugava ailesinden gelmişlerdir. İyeyasu’nun ilk işi, kendisinin ve ailesinin hakimiyetini kuvvetlendirmek oldu. Bunu yapmak zaferden sonra zor olmamıştır. Düşmanın bütün toprakları İyeyasu’nun elinde bulunuyordu.
Bunun bir kısmı Tokugava ailesine verilmiş, diğer kısımları ise İyeyasu’nun yardımcısı olan 58 bey arasında dağıtılmıştır. İyeyasu, Kyoto ve Osaka ile Yedo (bugünkü Tokyo) arasındaki yoların arasında kaleler inşa ettirmiş ve bu sahadaki bütün çiftliklerin sağlam ellerde bulunmasına dikkat etmiştir. İyeyasu iyi bir siyaset adamı olduğu kadar, iyi de bir iktisatçı idi. Bu sahada ilk gayesi, devletin kasalarını tekrar doldurmak idi. Yalnız istihsalin artmasıyla, devletin mali kuvvetinin artmayacağını biliyordu. Bunun için bir taraftan maden ocaklarına büyük önem veriyor, kendi arazisi içinde bulunan daha iyi işletiyor ve yeni ocaklar açtırıyor diğer taraftan hazırladığı yeni bir kanunla ailesine ait bütün ocaklarla ileride açılacak ocakların kendisine aidiyetini temin ediyordu. Ticaret ise, başka bir gelir kaynağı idi. Hideyoşi’yi rahatsız eden bir mesele İyeyasu’yu da meşgul ediyordu, bu da ticaretin bir kısmının güneye gitmesi idi. Çünkü güneyliler gemi inşa ederek Hindiçini’ye kadar gidiyorlar ve orada bilhassa yiyecek maddesi satın alıyorlardı. Bunda n çıkan kar, İyeyasu’nun hazinesine girmiyordu. Diğer taraftan 1600’den beri Portekiz gemilerinin sayısı azalmaya yüz tutmuştu.
Bunun sebebi, Hollandalıların korsanlığı idi. Zengin mallarla dönenen veya Japonya’ya giden Portekiz gemileri, Endonezya civarında Felemenkliler tarafından taarruza uğruyor ve soyuluyordu. Bu sebepten, gelen gemilerin sayısı azalıyordu. İyeyasu buna karşı Filipin adalarındaki İspanyollarla münasebetler tesis etmeye çalışıyordu. Fakat İspanyolların iktisadi ve ticari faaliyetleri bu senelerde o kadar kuvvetli idi ki, yeni bir saha ile meşgul olmak istemediler. Öte taraftan misyonerler de geliyor ve memleketin her yerinde muhtelif ve birbiriyle kavga eden tarikatlara bağlı papazlar bulunuyordu. Bu da, İyeyasu’da şüphe uyandırıyordu. İlk Felemenk gemisi, Japonya’ya 1600’de gelmişti. Japonya’ya gelen bu Felemenk gemisinin İngiliz olan kaptanı Will Adams İyeyasu’ya iki dinin arasındaki fark hakkında malumat verdi. Burada, İyeyasu’yu en fazla alakadar eden nokta, Katolik dininin Roma’ya bağlılığı, Protestan dininin ise daha az tehlikeli olduğu noktası idi. Bundan dolayı İyeyasu, İspanyollar ile Felemenklerin harp ettiklerini, yani ikisi arasındaki düşmanlığı öğrenmiş oluyordu. Bu konuşmaların neticesi olarak, 1605 senesinde İyeyasu tarafından Felemenklilere ticaret müsaadesi verildi. 1602 senesinde kurulan “Felemenk Doğu Hindistan Şirketi” bir devlet teşekkülü idi ve devletin bütün dış ticaretini ellerinde bulunduruyordu.
Bu şirket müsaade aldıktan sonra, 1609’da Japonya’da ilk ticarethanesini açmıştır. İyeyasu başlangıçtan yabancıları sevmemiş, fakat onlardan faydalanmak istediği için, bu hissini beli etmemiştir. Kendisi önce bu ticaretten kar etmek, ondan sonra Japon ticaretini kuvvetlendirmek istiyordu. Hollandalılar kendisi için gemi inşa ediyor veya mevcut olan Japon gemilerini daha modern şekillere sokuyorlardı. Din ile pek az alakası olan papazlarını getirmeyen Hollandalılar, diğerlerinden daha az tehlikeli ve daha hoş insanlardı. İspanya ve Portekiz (yani Fransiskan ve Cezvit) papazları arasında kavga tahammül edilemeyecek bir hale gelince, İyeyasu ilk Aksülameli gösterdi; bu ilk hareket daha ziyade bir tehdit mahiyetinde idi. 1611- 12- 13 senelerinde Hıristiyanlığı yasak eden kanunları yeniden tatbik etmeye başladı ve bu arada birkaç kilise kapatıldı. Papazlara memleketi terk etme emri verildi. İyeyasu 1605 senesinde istifa ederek, yerini 26 yaşındaki oğlu Hidetada’ya bıraktığı halde fiilen eskisi gibi devleti idare ediyordu. İlk seneden itibaren merkezi Edo (bugünkü Tokyo)!da kurduğu için, bu şehrin imarı ve bilhassa müdafaasıyla meşgul oluyordu. Hakikaten, ehemmiyetsiz bir şehir olan Edo, İyeyasu’dan itibaren her gün bir kat daha büyüyen, güzelleşen bir şehir olmaya başlamıştır. Hideyoşi’nin halefi Hideyori ise Osaka kalesinde oturuyordu. Tamamen iktidarsız olan imparator ise eskisi gibi Kyoto’da hüküm sürüyordu. Büyük muharebeden sonra İyeyasu 190 yeni beylik kurmuş ve bütün bu yeni beyleri, ya kendi ailesinden yahut kendisine iyice bağlı olan samuray ailelerinden seçmişti. İyeyasu bütün büyük aileleri Edo’da bir ev yaptırmaya ve burada oğullarından birini oturtmaya mecbur tutmuştu. İyeyasu, memleketin diğer kısımlarına da iktidarı eline aldıktan sonra, Osaka’daki muhalefeti temizlemek istedi. Osaka partisinin iktisadi durumunu sarstıktan sonra, aralarında ikilik meydana getirmeye çalıştı. Hideyoşi’nin anısı için yapılan büyük bir mabedin açılış töreni, beklenen bu fırsatı da verdi. İyeyasu, mabedin çanı üzerinde bulunan bir kitabenin metnini kendisine karşı bir hakaret saydığından, mabedin açılışını men, etti. Hideyori, bu hareketin manasını anladı. Ve hazırlıklara başladı. Osaka, Japonya’nın en büyük ve en sağlam kalelerinden biri idi. İhtiyar İyeyasu, 1614 yılı sonunda 180.000 asker ile kaleyi muhasaraya başladı. 1615 senesi Ocak ayında, Hideyori ile İyeyasu arsında iki tarafı da tatmin eden bir mukavele aktedildi. Hideyori İyeyasu’nun haklarını tanıyor, buna mukabil istediği yerde oturma hakkını elde ediyordu. Bunun üzerine Hideyori, imparatorun yanına, Kyoto’ya gitti. Müzakereler esnasında İyeyasu’nun askerleri, kaleyi çeviren hendekleri doldurmuşlardı kaledeki Protestanlarına rağmen bu iş, 26 günde bittikten sonra Mayıs 1615’te muharebe yeniden başladı. Bu sefer İyeyasu’nun askeri 260.000’e çıkmıştı; kale içindekilerin sayısı da, raporlara göre, 120.000 kadardı. Esas savaş, 3 Haziran 1615’te başladı.
Müdafilerin planına göre, bu esnada Kyoto’dan kaleye dönen Hideyori, savaşın muayyen bir safhasına kadar kalede kalacak ve ancak tayin edilen bir anda dışarıya çıkacaktı. Fakat kalede yine hiyanet şayıaları duyulmuştu. Bunun için Hideyori dışarı çıkmaya cesaret edemiyordu. Neticede, askeri mağlup oldu. İyeyasu’nun ilk kıtaları kalenin dış kapısını zaptedince, hakikaten kalede isyan başladı. Hideyori’ni aşçısı, mutfağı ateşe verdi. Geceleyin, İyeyasu’nun askeri, yanan kaleyi zapt etmiş bulunuyordu. Hideyori ile ailesi, intihar yapmakla hayatlarına son verdiler. İyeyasu, memleketin belki en zengin limanı olup Kyoto’nun da iaşesini temin eden Osaka’yı zapt etmiş bulunuyordu. Şehrin işgali esnasında Hideyori’nin hazinesi de eline geçmişti. Siyasi ve iktisadi bakımdan bu harp kati bir zafer idi ve bundan sonra Tokugava hakimiyeti sağlam temellere dayanmış bulunuyordu. Tokugavaların iç ve dış siyaseti Osaka zaferi zamanında, İyeyasu yetmiş yaşlarında bulunuyordu. Resmen, idare Hidetada’nın elinde idi, fakat fiilen eskisi gibi, İyeyasu her şeyi kendisi halletmeye devam ediyordu. Onu en fazla meşgul eden mesele, halifenin seçimi idi. On bir oğlundan hangisi en kabiliyetli olduğunu seçmek kolay değildi. Hiç biri İyeyasu kadar kabiliyetli değildi. Bunun için İyeyasu’nun ölümünden sonra(1616), Hidetada hüküm sürmeye devam etti (1623’e kadar). Fakat İyeyasu tarafından kurulan idare sistemi o kadar sıkı ve mükemmel idi ki, Hidetada gibi ehemmiyetsiz bir şahsiyetin elinde bile iyi işliyordu. Bu sistemin en karakteristik tarafı, insanların bir birini kontrol etmesiydi. Bu hususta İyeyasu, Hideyoşi’nin eserini devam ettirmiştir.
Hideyoşi ve İyeyasu’nun hayatları eski zamanın mirasını temizlemek ile geçmiştir. Bunun için, kanun bakımından büyük terakki kaydedilmiştir. Hideyoşi, kanunname değil, ancak ferman şeklinde olan emirler neşretmiştir ve bu fermanlar İyeyasu zamanında da meriyette kalmışlardır. İyeyasu, idarenin daima kendi ailesinin elinde bulunmasını istediği için, yeni adamların meydana çıkmasını istemiyordu. Çünkü büyük ve yüksek mevkilerin anahtarları, Tokugava ailesinin elinde bulunuyor, diğerleri ise sıkı bir kontrol sistemi ile daima kontrol ediliyordu. Bundan dolayı, büyük ailelerin hiç olmazsa bir kısmı, cebren Edo’da mecbur tutuluyordu. Casuslar bu ailelerin hareketleri hakkında daima rapor veriyordu. Halbuki gayri memnun bir asilzade, daima Avrupalılarla bir münasebete girişebiliyor ve onların yardımı ile bir isyan çıkarabiliyordu. Avrupa’dan gelen yeni fikirler de, halk üzerine tesir ediyor, içtimai muvazeneyi bozabiliyordu. Bunun için yabancılara karşı yeni tedbirler alındı. Hükümet ilk önce ticaret yapan İngiliz ve Hollandalılara karşı harekete geçti.
İyeyasu’nun ölümünden bir sene sonra ilk yabancı papaz idam edilmişti. Bu hareketler tamamen siyasi idi. Neticede, 1624 senesinde, yalnız papazların gelmesi değil, herhangi bir İspanyol’un Japon toprağına ayak basması yasak edilmiştir. Bundan bir sene önce(1623) İngilizler Japon ticaretinden vazgeçmişlerdi. 1624’ten itibaren yalnız Protestan olan Hollandalılar ile Katolik olan Portekizler ticareti azaltmaya başlamış ve Japonların Hıristiyanlara karşı yaptıkları zulümler gün geçtikçe şiddetlenmiştir. 1623’ten itibaren, her sene yüzlerce ecnebi idam edilmiştir. Bir taraftan Hollandalıların rekabeti, öte yandan Japonların Portekiz tüccarlarına karşı gösterdikleri tavrı hareket Portekizlileri de Japon ticaretinden vaz geçirtmiştir. Hollandalılara da iyi muamele edilmiyor, onlarda Hirado isimli bir ada da oturmaya mecbur tutuluyordu. Portekizlilerin ticareti ve Japonya ile bütün münasebetleri 1637 senesi sonunda kesilmişti ki, bunun da sebebi, Şimabara isyanıdır. Şimabara küçük bir beyliğin ismidir. Burudaki bütün halk Hıristiyan olmuşlardı. Hıristiyanlara karşı girişilen büyük mücadele başlayınca, Japonya’nın diğer kısımlarından da Hıristiyanlar Şimabara’ya gelmişlerdi. Bunların arasında toprağı ceza olarak ellerinden alınan birçok Samuray yani Ronin vardı. Hükümetin Hıristiyanlara karşı aldığı tedbirler yavaş yavaş Şimabara’da hissedilmeye başlamıştı. Takip edilen Hıristiyanlarla ezilen köylü hep beraber, 1637 senesi sonunda isyan ettiler. İsyanın önderi 17 yaşında genç bir Hıristiyan Ronin idi. Bu hareket az bir zaman içinde, bütün Japon Hıristiyanların isyanı haline geldi. Bazı muvaffakiyetlerden sonra, Hıristiyanlar Hara Kalesini işgal ederek kendilerini burada müdafaa etmeye başladılar. Bu kale zapt edildi ve kahraman müdafilerinin ölümü ile Japonya’daki Hıristiyan dini, tamamen ortadan kalkmış, aynı zamanda Japonya’nın dış alem ile münasebetleri, bu andan itibaren tamamen kesilmiştir. Her ne kadar, Şimabara isyanı zamanında, Japonya’da hiçbir Portekiz gemisi mevcut değil idi ise de, Japonların kanaatine göre, bu işte Portekizlilerin parmağı vardı.
1638 sensinde, Portekizlilerin Japonya’ya gelmesi yasak edildi. Hollandalılar ise, eski ticaret yerini, (Hirado) boşaltmaya ve Nagasaki’nin önünde bulunan küçük bulanan küçük Deşima adsına gitmeye mecbur tutulmuşlardır. Japonya’nın kapatılmasının başka tarafı daha vardır. 1600’lerde kısaca temas ettiğimiz gibi, birçok Japon dışarıya gitmişti. Güney Japonya beyleri Filipin adlarını işgal etmek istemişler ve bu husustaki hazırlılarını yapmışlardı. Formoza’da Japon kolonileri vardı. İşte dış ticaret yasak edildiği zaman, bütün bu dış koloniler de, tasfiye edilmiş, Japonlar anavatana dönmek mecburiyetinde kalmışlardır.
Bu ise, Portekizlileri sevindiren bir hareket idi; çünkü bu suretle Japon rekabeti tamamen ortadan kalkmış oluyordu. 16. yy’ın sonunda ve 17. yy’ın başlangıcında, Avrupa devletlerinin Hindiçini ile Endonezya’yı işgal etmek teşebbüsleri başlamıştır. Avrupa’nın bu bölgeleri ile yaptığı ticaret her gün biraz daha büyüyor ve fazla kar getiriyordu. Avrupa’nın iktisadi ve kültürel yükselişi, işte bundan dolayı mümkün olmuştur. Japonlar, Avrupa tüccarlarının metodlarını öğrendikten sonra, aynı sahaya atılmış ve onların şansları Avrupalılarınkine nazaran daha parlak olmuştur. Çünkü ırk, din, kültür, örf ve adet bakımından, Japonlar, Hindiçinililer ile Endonezyalılara daha yakındılar. Bu bakımdan, Japonya’nın kapatılması, Japonya’nın iktisadi ve kültürel gelişmesi için, zararlı olmuştur. 18. yy’da kolayca elde edilebilecek bölgeler, 19. ve 20. yy’larda büyük zorluklar altında ve yalnız kısa bir zaman için temin edilmiştir. Neticede, diyebiliriz ki, Japonya’nın kapatılmasından Avrupalılardan ziyade Japonlar zarar görmüşlerdir; çünkü Avrupalılar bu memleketin kapatılmasından sonra, dikkatlerini başka cihetlere çevirmişlerdir. Hideyoşi İle İyeyasu Devrinde Kültürel Gelişmeler İlk önce iktisadi vaziyeti tetkik edersek görürüz ki, Aşikaga ile Tokugava devirleri arasında büyük farklar mevcut olduğu halde, basit halkın yani köylünün durumunda bir değişiklik yoktur. Samuray sınıfında vuku bulan değişiklikler ise, çok daha mühimdir. Aşikaga devrinin sonunda, dahili harbler esnasında, birçok küçük asilzade ve bazen avam halktan gelenler bile, yüksek mevkilere yükselmiştir. Yüksek tabaka olduğu gibi kalmış, fakat azaları değişmiştir. Karakter bakımından kuvvetli, kabiliyetli insanlar, eski asilzadelerin yerini işgal etmişlerdir. Maalesef İyeyasu, Hidetada ile oğlu İemitsu zamanında bu yeni kabiliyetler baskı altına alınmış, Edo’da işsiz ve yalnız eğlencelerle dolu bir hayat sürmeye mecbur edilmişlerdir.
Samuraylar üç gruba ayrılmışlardır: 1- Tokugava ailesine mensup olanlar, 2- Tokugava ailesi ile evlenmek suretiyle münasebet kurmuş bulunan asilzade aileler, 3- Dış beyler; yani her iki gruba da mensup olmayan beyler.
Halkın idaresi, toprak sahibine göre, Şogun’un komiserlerinin veya daymyoların adamlarının ellerinde bulunuyordu. Bu komiser ve memurlar hem idare memuru, hem de hakim rolünü üzerlerine almışlardı ve emirlerinde polis kuvvetleri vardı. Hidetada, eski Japon ananesine uyarak, ölümünden önce çekilmiş ve ayrı bir sarayda yaşamışsa da, idareyi yine tamamen bırakmamıştı. Şogun’un mevkii her gün biraz daha yükselmiştir, öyle ki zamanla şogun, halkın günlük hayatından tamamen ayrı bir hayat yaşamıştır. Bu bürokrasi ile beraber, Edo’daki debdebe de artmış, Edo’ya gelen ve orada dükkan açan tüccarların sayısı gün geçtikçe çoğalmıştır. Tüccar ve sanatkarlar ayrı bir tabaka teşkil ediyordu. Bunlar zengin olmakla beraber, hiç bir zaman imtiyazlar elde edememişlerdi; fakat köylü gibi de muamele görmüyorlardı. Bu tabakanın içtimai durumu, tamamen Avrupa’daki ilk burjuvazinin durumuna benzemektedir. İyeyasu ile halefinin tedbirlerinin neticesi olarak da halk da tabakalara ayrılmıştı. Bir tabakadan başka bir tabakaya geçiş nasıl imkansız ise, bir şehirden, diğer bir şehre veya bir bölgeden başka bir bölgeye geçmekte yasak idi. Aynı temayül dinde de görülebilir. Hideyoşi zamanında Buddhistlerin durumu pek parlak değildi. Bir taraftan çabuk yayılan Hıristiyanlık, diğer taraftan Hideyoşi’nin, Buddhizm’in her hangi bir siyasi temayülüne karşı şiddetli tedbirleri, Buddhistlerin tesirini çok azaltmıştı. Sözde Buddhistlere iyililik olsun diye, yeni bir teşkilat kurmuştu. Resmen tanınan 12 tarikat için birer ana manastır tespit edilmişti. Memleketin bütün manastır ve mabetleri bu ana manastırlardan birine bağlı olacaktı. Papazların vazifeleri de resmen tespit ve kontrol ediliyordu. Bu tarikattan başka birine geçmek yasak idi. Dini hayat da, suretle dondurulmuştu. Bu gibi şartlar altında, yeni bir hareket beklenemezdi. Buna karşı, Çin’de pek muvaffak olmayan Vang Yang- Ming(1472- 1528)’in felsefesi, hükümet tarafından çok himaye ediliyordu. Felsefi fikirler, konfüçyanist fikirlere göre izah ediliyor ve genişletiliyordu. Bu devirde Japon cemiyetinin her safhasında görülen bu durgunluk, sanatta da kendini gösteriyor. Buddhist sanat sahsında, enteresan, yeni eserler yoktur. Mabedlerde bulunan resimler, eski üslupta yapılmış, basmakalıptırlar. Sanat kolunda, Eyitoku isimli ressam (1543- 1590), devrinin en meşhur sanatkarı olarak tanınmış ve Kano üslubu denilen talebeler tarafından devam ettirilmiştir. Edebiyatta, Hayku, denilen şiir devri başlamıştır. Hayku, dünyanın belki en kısa şiir tipi olup, 17 heceden mürekkeptir. Bir Hayku’nun 5–7 ve 5 heceden ibaret üç mısrası vardır ve her Hayku bir tabiat tasvirini ihtiva ederdi. Bu devrin kültür, hayatına temas ederken, Avrupa tesirini de zikretmemiz lazımdır. Genel olarak, bu tesir ne çok derin, ne de Japon kültürel tekamülünü değiştirecek kadar kuvvetli idi. Tüfek ve toptan başka, kale ve gemi inşaatında bazı yenilikler Avrupa’dan gelmiştir. Karpuz, kavun, patates ve bazı meyveler ile tütün gibi nebatlar bu devirde Japonya’ya girmiştir. Tütün Çin’de olduğu gibi çok çabuk yayılmıştır. Küçük, uzun pipolar çok kullanılmıştır. Bundan başka, Portekizce birçok kelimeler Japon diline bu devir de girmiştir. Bir zaman da büyük şehirlerde Portekiz elbiseleri moda olmuştur. Portekizlilerin geniş pantolonu ve yüksek şapkaları taklit edilmiştir. Modern matbaacılık tekniği de Hıristiyanlar ile beraber bu devirde Japonya’ya girmiş ve bu modern sistem ile bazı Avrupa kıtalarının Japonca tercümeleri basılmıştır.
C. Kapalı bir Memleket olarak Japonya
Kapalı Memlekette Hayat Çin’de Moğol istilasından sonraki sülale (Ming sülalesi), memleketi dış alemin tesirlerine karşı kapamak istemiş ve meşhur sed- i Çin bu siyasetin sembolü olmuştu. Her ne kadar bu devir de güzel bazı eseler yaratılmışsa da genel olarak bu devir bir durgunluk çağıdır. Komşu devlet Japonya’da ise, tekamül tamamen aksi istikamette gelişmiştir: Çin’in tekrar dünyaya açıldığı senelerde, Japonya kabuğuna çekilmiş ve her türlü yabancı tesirden kendini tecrit etmiştir. Çin’in parlak devri, “Afyon Harbi”ne kadar devam etmiştir, halbuki Japonya’nın inzivai hayatı, 1853 senesinde sona ermiştir. Bir bakıma Japonya için bu iki yüz yıllık tecerrüt fena da olmamıştır. Çünkü ne dışta, ne de içte büyük harpler vuku bulmamıştır. İki yüz senelik bir sulh hayatı, dünyanın başka memleketlerinde hiç duyulmamış bir hadisedir. Bu devirde fazla hayat eseri gösteren yer, Edo idi. Burada sayısız asilzade ailelerinin mümessilleri, askerleri, Şogun saraylarının her gün çoğalan halkı, eğlencelerle meşgul oluyorlardı. Edo’nun hayatı canlı kalmışsa da resmi sanat, bundan önceki senelerde olduğu gibi, kuru ve cansızdı. Orta tabaka eğlencelerine düşkün olup güreş müsabakaları öneli eğlenceleri arasında yer alırdı. Orta Asya’dan gelen bu spor, yağlı güreşe benzer bir şekilde yapılırdı. Bu devir için, Romanlar pek tipik değildir; zira çok roman yazılmıştır. Zamanın tipik eseri, hikayelerdir. Bu hikayelerin bazıları, Konfüçyanist ahlak kaidelerini izah etmekle beraber, çoğu günlük hayatı tasvir ederler. Tüccarlar daha başka sahalar da çalışıyorlardı.İlk büyük ticarethaneler bu devirde kurulmuştur. Yüksek tabakanın, yani samurayların hayatı, bir kelime ile cansız idi. Bunda dolayı, birçok samuray, geceleyin orta tabaka elbiseleri giyip, onların eğlence yerlerini ziyaret ederlerdi. Hülasa her şey bir nizama bağlı idi. Beylerin efendilerine karşı vazifeleri diğer beylere karşı takip edecekleri hattı hareket, elbiselerin şekli ve saire, her şey nizama göre yapılıyordu. Japon nüfusu, 1725’e kadar çoğalmışsa da, bundan itibaren 1850’e kadar olduğu gibi kalmış, hatta 1800’lerde biraz azalmıştır. Fakat hepsinden daha enteresan olanı, 1850’den bugüne kadar, Japonya nüfusunun dehşetli çoğalmış olmasıdır. Köylü üzerindeki baskı o kadar şiddetli idi ki, köylüler ailenin yükünü ağırlaştıran çocuklara sahip olmamak için her çareye başvurmuşlardır. Köylünün durumunu ağırlaştıran durumlardan biri yalnız vergi olmamakla birlikte tüccarlarında burada payı vardı. İşsiz ve yalnız eğlencelerle meşgul olan samurayların çoğu genel olarak pirinç şeklinde verilen maaşlarıyla yaşayamıyor, tüccarlardan borç alıyorlardı. Daha 1700’lerde devletin hemen hemen bütün altın ve gümüşü tüccarların eline geçmiş ve az sonra, büyüklerin tüccarlara olan borçları, tedavülde bulunan paranın yüz misline kadar yükselmiştir. 1732’ye kadar fiyatlar üç misli olduğu halde, 1733’te eski düşük fiyat tekrar görülüyor. Bu fiyat değişmeleri iktisat sahasında bir yenilik idi ve o zamanki münevverlerin birçoğu, bunların sebeplerini anlamıyorlardı. Bunun içinde buna karşı tedbir alınamıyordu. İşte bu da bize, her sahada başlayan buhranı göstermektedir. Ancak şogun idare sistemi o kadar ince ve her hareketi önleyecek kudrette idi ki, tıpkı modern diktatörlerde olduğu gibi, bu buhran hiçbir zaman patlak vermemiş ve yalnız kül altında kalan bir ateş gibi ağır ağır devam etmiştir. Devrin siyasi hadiseleri İemitsu’nun vakitsiz ölümü (1651) ile şogun sisteminin yaratıcı devri bitmiştir. Daha sonra başa geçen İetsuna’nın ilk devirlerinde Edo’da iki mühim hadise vuku bulmuştur: Yui Şosetsu’nun isyanı ve Edo yangını (1657). Bu isyan Edo’daki mühimmat deposunun infilakı ve büyük bir yangın ile başlayacaktı. Vaktinden önce meydana çıkarılan bu isyanın bütün azaları aileleri ile beraber idam edilmiştir. Kabiliyetli ve faal bir insan olan Tadakiyo, İetsuna’nın ölümünden sonra (1680) da işine devam etmek niyetinde idi. Fakat onun bu husustaki teşebbüsü boşa çıkmıştır. Yüksek Dyamyolar bütün varlıklarıyla, Şogun ailesine bağlı olduklarından, İetsuna’nın dördüncü oğlu, Tsunayoşi Şogun olmuştur. O, bütün Tokugava Şogunlarının en kabiliyetlisi olmuştur (1680- 1709). O idare işleri ile hiç meşgul olmamış, alakasını din üzerine yoğunlaştırmıştı. Bu senelerde her şeye rağmen, bazı müspet işlerde yapılmıştır. Çin kültürüne hayran olan hükümet, eski bir Çin adetini taklit ederek bir “ Tarih Encümeni” kurmuştur. Bunun yanında tedrisata da büyük önem verilmiştir. Edo’da bir üniversite vardı; 17. asrın başında kurulan bu üniversitenin rektörlüğü irsi olup, daima muayyen bir aileden seçiliyordu. 1716’da Tokugava ailesinin esas kolu sönmüştür; yedi yaşındaki genç şogun ölmüş ve hiçbir erkek çocuğu kalmamıştır. Bunun için İyeyasu’nun bir torunu çocuğu, Kıi ailesinden gelen 39 yaşındaki Yoşimune Şogun olmuştur (1716- 1744). Edo şehrinin idaresi de onun zamanında mükemmelleştirilmiştir. Hemen hemen her sene vuku bulan büyük yangınlara karşı, şehirde mahalleler birbirlerinden geniş caddeler ile ayrılmıştır. Büyük bir itfaiye teşkilatı kurulmuştur. Yoşimune’nin teşebbüsü ile adalet cihazı yenileştirildiği gibi, birçok Çin ve Japon alimleri, en son Çin kanun kitaplarını tercüme etmişlerdir. Yoşimune’nin istifası üzerine, onun tamamen kabiliyetsiz oğlu (İyeşige; 1744- 1761) kendisine halef olmuştur. Çok daha kabiliyetli bir oğla sahip bulunan Yoşimune, büyük samurayların veraset kavgalarında daima en büyük oğula hak verdiği ve ancak bu suretle büyük ailelerdeki sonsuz kavgaları yatıştırabildiği için, İyeşige’yi seçmek mecburiyetinde kalmıştı. Bu zamanda ardı ardına çıkan köylü isyanlarından bahsediliyor. Bu isyanların hiç biri başarılı olmamışsa da bunlar tekrar başlayan bir buhranın alametleriydi. İsyanların karakteri tamamen iktisadi ve gayrı siyasi idi. Bu bakımdan Japon köylü isyanları, Avrupa’da bundan iki yüz sene önce vuku bulan isyanlarla bütün Çin tarihi boyunca daima görülen isyanlardan çok faklıdır. Ayrıca Tokugava idaresinin yine Çin’i taklit eden bir idare usulü, bunun gibi isyanların çok yayılmasına mani oluyordu. Yoşimune’nin diğer bir hareketini de belirtmek lazımdır: Bu zat, kendinden önceki Şogunlar tarafından tespit edilen çerçeve içinde, memleketinin her sahada terakkisini istediği için, Avrupa, ilmine karşı daha müspet bir vaziyet almıştır. Yoşimune’nin ölümünden sonra, memleketin durumu fenalaştığı zaman yeni bilgilerin tesirleri de değişmiştir. Bazı adamlar, Avrupa müesseselerini kendi memleketindekilerle mukayese ve bu suretle Tokugava sisteminin zayıf noktalarını keşfetmişlerdir. 1787’den itibaren bazı adamlar, memleketin tekrar açılması ve yabancıların bütün ilimlerinin öğrenilmesi icap ettiğini açıkça yazmak cesaretinde bulunmuşlar. Hükümet, eskisi gibi, memleketi kapalı tutuyor ve diğer taraftan da memleketin iç buhranını hafifletmek için hiçbir harekete geçmiyordu. İyeşige’nin oğlu İyeharu (1761- 1786) kabiliyetsiz olmakla beraber, gösterişe düşkün olduğundan yaptığı işler, nazari olarak iyi ise de, hiç biri ciddi bir şekilde gerçekleştirilmiş değildir. İyeharu son senelerinde büyük tabiat afetleri de sayısız insan ve mal kaybına sebep olmuştur. 1780 senesinde Edo’nun önündeki bir ada da bulunan yanardağ faaliyete geçmiş, 1779’da Kagoşima yanındaki yanarda, 1783 senesinde de, bu gün dahi faal bir yanardağ olan, Asama Dağı ateş ve kül püskürtmeye başlamıştır. 30. 000 kadar insan ölmüş ve bütün orta Japonya’nın mahsulü, kül tabakası altında kalarak mahvolmuştur. 1783 senesi kıtlığından sonra, 1785’te tekrar bir kıtlık vuku bulmuştur. 1786’da Edo civarında bir su felaketinde şehrin bir kısmı su altında kalarak harap olmuş, mahsulde sular tarafından götürülmüştür. Neticede, 1787’de büyük bir isyan başlamıştır. Resmi istatistiklere göre, 1780 ile 1792 seneleri arasında Japonya’nın nüfusu 26 milyondan 24,9 milyona inmiştir. Memleketin 18. yy’ın son senelerindeki büyük buhranı, aynı zamanda Batı Avrupa’da hissedilen, nihayet Fransız ihtilaline müncer olan büyük buhran ile mukayese edilebilir. Ancak doğu ve batıdaki bu iki buhranın gerek sebepleri, gerekse neticeleri, birbirinden çok farklıdır. 1786’da İyeharu da ölünce, Tanuma istifaya mecbur tutulmuş ve nihayet bütün mal ve mülküne el konularak, kalesi berhava edilmiştir. İyenari isimli yeni Şogun henüz küçük bir çocuk olduğu için, bu muhafazakar siyasetin en iyi temsilcisi ve Şogun’un bir akrabası olup 30 yaşında bile bulunmayan Matsudayra Sadanobu küçük Şogun’a naip tayin edildi. Bil hassa iktisadi sahada, yaptığı işler müspet neticeler vermiştir. Kıtlığa karşı her samurayı, mahsulünün yüzde birini saklamaya mecbur etmiş, her israfa karşı vaziyet almış ve bilhassa kendisi çok iktisadi hareket etmiştir. İyeharu devrinin bu sahada yapılan hataları kısmen telafi ediliyordu. Pek uzun bir zaman hüküm süren İyenari, aynı zamanda çok çocuk sahibi idi. Şogun sisteminin esas hataları bir yana bırakılırsa, İyenari devri, bu sistemin en yüksek safhasını teşkil eder. İyenari’nin iktidarı esnasında, zikre değer hadiseler olmamıştır. Hayat zahiren gayet rahat gidiyordu. 1836’da büyük bir kıtlık olmuş, 1837 senesinin mahsulü de fena gitmişti. Osaka halkı aç kalmıştı. Son Tokugava Devrinin Kültür Hayatı Japonya’da bu devirlerde tıp ve astronomi gelişme gösterirken bunların yanında coğrafyada ilgi uyandırmıştır. 18. yy’ın buhranlı iktisadi durumu, samuraylar arasında da yavaş yavaş bir muhalefet yolu açmıştı. Bu nazari muhalefetin nüvesi, Şinto dini olmuştur. Japon halkının milli ve eski dini olan Şinto, esas itibariyle imparatora bağlı idi. Son Tokugava devrinde sanat alanında çok iyi olmasa da iyi ve güzel sanat eserleri yaratılmıştır. Dış Siyaset Tokugava devrinin sonlarında, dünyada çok önemli bazı olaylar vuku bulmuştur. Mevzuumuzla ilgili olan bu olaylardan ikisini zikretmek istiyorum: Birincisi, Rusların Sibirya’ya yayılması, ikicisi ise, İngiltere’nin deniz hakimiyeti. 1844’te ilk Fransız gemisi Japon sularına gelerek, Ryukyu adalarını ziyaret etti. Fransa ile Ryukyu arasında bir nevi ticaret anlaşması aktedildi ki bu, Japon hükümeti için ağır bir darbe oldu. Fakat 1853 senesine kadar durumda önemli bir değişme olmadı. Böylece denilebilir ki, son Tokugava devrinin dış siyaseti, tamamen menfi gayeler gütmüştür. Diğer taraftan memleketin kapatılması fena neticeler doğurmuş, açılması ise ancak bir zaman meselesi haline gelmiştir. Memleketin kapatılması yüzünden, Japonya’yı tehdit eden tehlikeler (kuzeyde Rus, güneyde İngiliz, Fransız ve Amerikan tehlikesi) vaktinde kavranamamış ve karşı tedbirler alınamamıştır. Böylece 1850 sensinde memleket diğer birçok sebeplerden ilerin gelen iç buhran ile beraber her bakımdan çok ağır tehlikeler içinde bulunuyordu.