Necib Mahfuz

Kısaca: Orhan Pamuk’un tabiriyle “Bizim köyden” diyerek başlamak gerekir sanıyorum Arap Edebiyatının en çok tanınan ve okunan yazarı Necib Mahfuz’u anlatmaya. Sahip olduğu uluslararası ünü 1988’de aldığı nobel edebiyat ödülüne bağlamak çok yanlış olmaz belki, ancak söz konusu olan Türkiyeli okurlar olunca Mahfuz’un yapıtlarının çok daha önemli ve çarpıcı bir yönü olduğu muhakkak. ...devamı ☟

Necib Mahfuz
Necib Mahfuz

Orhan Pamuk’un tabiriyle “Bizim köyden” diyerek başlamak gerekir sanıyorum Arap Edebiyatının en çok tanınan ve okunan yazarı Necib Mahfuz’u anlatmaya. Sahip olduğu uluslararası ünü 1988’de aldığı nobel edebiyat ödülüne bağlamak çok yanlış olmaz belki, ancak söz konusu olan Türkiyeli okurlar olunca Mahfuz’un yapıtlarının çok daha önemli ve çarpıcı bir yönü olduğu muhakkak. Kahire Üniversitesi’nde Felsefe Bölümünü bitirdikten (1934) sonra bir süre üniversitede sekreter olarak görev yapmış, ardından Diyanet İşleri Bakanlığı'nda ve en son Kültür Bakanlığı Sinema Dairesi'nde danışman olarak çalışmış, 1972'de de bu görevden emekli olmuş Necib Mahfuz. Kabaca ‘çalışma hayatı’ diyebileceğim bu ayrıntıların onun düşün ve yazın hayatıyla direk ilişkisi olduğunu -gerek romanlarında göze çarpan sinema tekniği ve gerekse felsefenin ve dinin başlıca konuları olduğunu hatırlatarak- söylemek istiyorum. Fakat bütün bunların ötesinde asıl dikkatimi çeken, Necib Mahfuz’un devrimci yanının yaşadığı serüvendir. Biraz Doğulu, biraz Batılı, aslında tam bir İstanbullu olduğumu anımsayınca, ‘Kahireli’ oluşunu elimden geldiğince vurgulamak istediğim Mahfuz’la ortak bir kaderi (buna ‘benzer tarih’ de diyebilirsiniz) paylaştığımı hüzünlenerek gerçeklemek zorundayım. Hele de İstanbul ve Kahire’nin coğrafi anlamda ortaya koydukları paralellik bu denli aşikarken...

Temmuz 1952'deki devrime kadar hiç aksatmadan düzenli olarak yazmayı sürdüren Mahfuz, devrimden hemen sonra edebi faaliyetlerini durdurduğunu açıklamıştı. 52'den önce kendisini yazmaya iten faktörlerin devrimle birlikte yok olduğunu, arzulanan hedefe ulaşıldığına göre artık yazmasına gerek olmadığını söylemişti; tastamam bir devrimcinin takınacağı en doğal tavırdı bu. Gerçekten de uzun bir süre eser vermemişti, fakat beş sene sonra, 1957'de yeniden başladı yazmaya. Her zaman desteklediği devrimin gerçekleşmiş olması nedense onu tatmin etmemişti. Zaten yeni dönemde yazdığı hemen bütün eserlerde bu tatminsizliği ve beraberinde getirdiği esrikliği açıkça dile getirmiş, sebepleri üstüne sayfalarca kafa yormuştu. 57'de, önce El-Ahram gazetesinde tefrika edilen “Evlad Haretina” (Gebelavi Çocukları) adlı romanı (ancak on sene sonra Beyrut'ta basılabilmişti) ile İslami çevrelerin, başta İslami geleneğin kalesi olan El-Ezher Üniversitesi olmak üzere, büyük tepkisini toplayan Mahfuz (Hatta John Fowles'in bildirdiğine göre ‘Firavunluğa yaklaştığı’ dahi söylenmişti.) diğer taraftan 1967'de yayınlanan “Miramar” ile de sosyalistlerin şimşeklerini üstüne çekti. Artık Necib Mahfuz bize hiç de yabancı olmayan bir ‘arada kalmışlık’ ve ardından ‘dışlanmışlığa’ sürüklendi. Aslında gerek aldığı Nobel gerekse edebi ve düşünsel yetkinliğine binaen hiçbir zaman yadsınamadı ama sonuç yine de düş kırıklığıydı. ‘Miramar’da, Ömer Vecdi’nin Mansur Bahi ile olan diyaloğunu anımsıyorum. Mansur Bahi devrimi kastederek "Öyleyse sorununuz artık çözüme kavuştu" derken Ömer Vecdi, “Evet, dedim, ama aslında aklımda yalnız özel sorunum vardı, hiçbir parti ya da devrimin çözemeyeceği bir ikilem. Ve içimden bir dua okudum.” diye geçiriyordu içinden.

Mahfuz’un, hep desteklediği devrim gerçekleştikten sonra bir dinginlik, hatta bir bunaltı haline girdiğini -yine sırf romanlarına bakınca bile- görebiliyor okur. "Dilenci"deki Avukat Ömer karakterinin içine düştüğü buhran, okuru durmadan yiyip bitiren umutsuzluk... Ve diğer romanlarında da aynı karakterin ısrarla yaşamayı sürdürmesi: bütün olup bitenleri sessizce izleyen ihtiyar bir adam... Bizde, örneğin Ahmet Hamdi'nin ‘Mahcup’ (Mahur Beste’deki Behçet Bey için), Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayan’ diyerek kavramsallaştırdığı bireysel duruşların bir tür karşılığını, Necib Mahfuz’un devrim sonrası yapıtlarında araştırdığını söylemek doğru olmaz mı?. Onun bu tavrını "Toplum içinde var olan insandan zaman içinde var olan insana yönelmek" şeklinde açıklamaya çalışan eleştirmenler, sanırım haklı çıkarıyorlar beni.

Mısır'ın gerek coğrafi konumu ve gerekse tarihi tecrübesi açısından Türkiye ile paralellik arzeden duruşunun bir sonucu olarak Necib Mahfuz'un romanlarının, bizim için Ahmet Hamdi, Kemal Tahir, Halit Ziya, Oğuz Atay gibi yazarların romanları kadar öne çıktığını söyleyebilirim artık. Buradan, ülkemizde Necib Mahfuz'un neden okunmadığı ya da -aslında- neden tavsiye edilmediğine dair bir çıkarsama da yapabilirim hatta: yukarıda ismini saymaya çalıştığım ustalar da hak ettikleri ilgiyi görmüyorlar (Tamam, Oğuz Atay'ı bir ünlemle birlikte dışında tutuyorum bu listenin!). Ve bu çıkarsamayı da 98-Tüyap kitap fuarındaki konuşması sırasında Orhan Pamuk'un kullandığı tabirle özetlemek mümkün: Bizim köylü olmak!

‘Necib Mahfuz’ adının Dünyada, Mısır’la özdeşleştirilmesine karşın Kahire’ye olan düşkünlüğü bana daha anlamlı geliyor. Ve tabii, bununla birlikte Nil nehri: romanlarının çoğunda Nil'i bir roman kahramanı gibi işlemesi, her olay kurgusunun ardında akıp duran bir Nil imgesi olması... Kim olsa benim yerimde Ahmet Hamdi’nin “Huzur”da, Boğaz’a -aynen Necib Mahfuz gibi- ‘arka plandaki seyirci’ rolünü biçmesini anımsar herhalde. Sonra, başta Yahya Kemal olmak üzere Türk Edebiyatının büyük bir bölümünde yansımalarını gördüğümüz İstanbul ve Boğaz tasvirleri... Bizim geçmişe yabancılığımız ve gelecekten ümitsizliğimiz neredeyse birebir yaklaşımlarla özetlenir Mahfuz'un yapıtlarında.

"Geçmiş henüz geleceği düşünme fırsatı vermedi."

"Geçmişi unutamayacağımın basit bir nedeni var: Geçmiş, bende devam etmektedir, olmuş bitmiş değildir."

(kahvede geçen bir konuşma)

"Bana yeryüzünde huzur içinde olan bir tek yer gösterebilir misiniz?"

"Bu meclis. Bizim meclisimizde huzur yok mu?"

"Şimdi diyorsun. İşte trajedi bu!"

"Endişe ve korkulara neden lanet okumuyoruz? Sonunda bizi geleceği düşünmekten alıkoymuyor mu?"

"Öyleyse sen barışın ve istikrarın bir düşmanısın!"

"Darağacının ipi boynunda olursa, istikrardan endişelenmen doğaldır."

"Bu cellatla aranızda çözülebilecek özel bir mesele."

"Sizler keyifli keyifli gevezelik edip duruyorsunuz. Zira karanlığın ve çölün koruması altındasınız. Ancak çok geçmeden kente geri döneceksiniz. Neye yarayacak ki?"

"Gerçek trajedi, düşmanımızın aynı zamanda dostumuz olması."

"Tam tersi. Gerçek trajedi, dostumuzun düşmanımız olması."

"Daha doğrusu bizler korkağız. Neden bunu itiraf etmiyoruz ki?!"

"Belki de! Ama bu çağda nasıl yürekli olalım ki?"

"Cesaret cesarettir."

"Ölüm de ölümdür."

"Karanlık ve çöl, bunların hepsidir."

"Ben, benden önce bu kafeste kalmış diğerleri gibi değilim. Çünkü kültürün, sizin yanınızda bir değeri olmalı. Aslında aramızda hiç bir fark yok. Sadece ben kafesin içindeyim, sizse dışındasınız, o kadar. Bu da yüzeysel bir fark olup kesinlikle hiç bir önem taşımaz. Ama gerçekten komik olan, büyük hocamın, ola ola hain bir alçak olmasıdır. Şaşırmakta haklısınız, ancak elektrik taşıyan kablonun sinek dışkılarıyla kirlenmesi ve pislenmesi olağandır."

"İşte barış da oldu. Huzur ne zaman?!"

"Uygarlık bizden karanlığın güzelliğini çaldı."

Gece serüvenlerini bırakmış, kendini çocuklarla eğlenmeye vermişti. Ama aşağıda durup dinlenmeden akan Nil'i görünce, şafak söken o sabah duyduğu huzuru özledi bir an.

Cehenneme gitmek için yaratıldı senin gibiler! Defol! Tanrı yaptığın hiçbir işi kutsamayacak! Şeytan'ın Tanrı'nın dergahından kovulduğu gibi, çık git bu kutsal evden!

Ve Miramar...

Hikaye İskenderiye'de, "Miramar" adında bir pansiyonda geçiyor. Mahfuz'un klasik kahramanlarından biri olan Ömer Vecdi ile başlıyor roman. Bu kahramanın ağzından -birinci tekil şahısla- hikaye anlatılıyor. Ömer Vecdi eski bir gazeteci ve ömrünün son günlerini geçirmek üzere gelmiş Miramar Pansiyon’a. Onun hemen ardından Tolba Marzuk adlı başka bir ihtiyar geliyor. Kamulaştırmalara kurban gitmiş biri... zamanında Kral taraftarı... Daha sonra bir köylü kız, Zehra ve arkasından üç genç adam: Sarhan El-Beheri, Hüsnü Alem ve Mansur Bahi. Önce Ömer Vecdi'nin gözünden anlatılıyor bu karakterler. Ardından ikinci bölüm; roman boyunca gelişen herkesin yaşadığı bir kaç olay bu bölümde Hüsnü Alem'im ağzından tekrar ediliyor. Ve arkasından Mansur Bahi ile Sarhan El-Beheri bölümlerinde de yine bu karakterlerin ağzından tekrarlanıyor hikaye. Farklı karakterlerin farklı bakış açılarıyla romanı dört kere okumuş gibi oluyoruz. Tabii aslında bu dört kişinin diğerleri tarafından bilinmeyen yanlarını da öğreniyoruz.

Farklı karakterlerin ağzından olayı anlatmanın, edebiyata Joyce'un kattığı bir yenilik olduğu malum; buradan Necib Mahfuz'un Joyce'dan etkilendiği sonucuna varmak zor olmuyor. (Bunun dışında İngiliz edebiyatından Hemingway, Huxley, Faulkner ve Fransız edebiyatından Sartre, Proust, Balzac ve Camus vb. yazarları okuduğunu Miramar’a önsöz yazan John Fowles’den öğreniyoruz.) Yine de bu tekniği çok iyi uyguladığını söylemek gerek. Dört farklı bakışla aynı olayları anlatmak, olaylara okurun da dört farklı açıdan bakmasını sağlayabilmek, Mahfuz'un edebi yetkinliğine yapılan övgüleri haklı kılıyor kanımca. Yazarın romanlarında sık sık kullandığı başka bir yöntem de özneyle sürekli oynaması. Bu şekilde okurla yazar arasında direk bir iletişim kurmayı başarıyor. Olayı birinci tekil şahıstan anlatırken birden durup birinci çoğula geçmesi ve ardından ikinci tekille hükümler vererek zaten iyice zaptettiği okuru birden duvara çarpması; Miramar'da sık sık kullandığı geçmişi anımsamalar ve özellikle Hüsnü Alem'in ağzından anlatılan ikinci bölümdeki ünlemler: "Heeyt, suçlamayın beni!" gibi...

Ve... ‘Zehra’ karakteriyle çizilen önemli bir sosyal olguyu da vurgulamak gerek tabii. Mısır tarihinde neredeyse sorunların merkezinde duran köylüler... Zehra bir köylü kızı, ama köyden kaçmış, pansiyona sığınmış, (Pansiyonun bir tür ‘sığınak’ oluşu -biraz da İskenderiye şehrine genelleme yapılarak- romanda özellikle vurgulanıyor. Okurken İskenderiye’nin de bana Ankara ve hemen ardından da Paris’i anımsattığını bu sefer biraz kederlenerek anımsıyorum...) köydeki çaresizliğe isyan edebilmiş. Belki de bu yanıyla erkekler tarafından hep dikkat çekici ve etkileyici bulunuyor. Ya da sadece "sadelik, bilgisizlik, güzellik ve güçlülük" diye özetleyebileceğim yanıyla...

Mahfuz'un, romanlarının hemen hepsini siyasi bir zemin üstüne kurmasını, yaşantısını göz önüne alınca çok doğal buluyorum. Zaten Miramar’ın, Necib Mahfuz’un kişisel tarihinde (ve bana kalırsa Mısır’ın da) ne kadar önemli bir yerde olduğunu söylemiştim. Osmanlı idaresinden ayrıldıktan sonra Mısır'ın geçirdiği siyasi ve toplumsal bir çok tecrübenin izleri de Miramar'daki karakterlerde ustalıkla anlatılmış. Mesela Sarhan El-Beheri ile karakterize edilen devrimin ardından yozlaşan Mısır solu, Tolba Marzuk ve Hüsnü Alem ile halkın mallarının kamulaştırılması ve halkın buna karşı gösterdiği ürkek ve çelişkili tepkiler... Hem genel anlamda sosyalizm uygulamalarına hem de Doğulu insanın sosyal yaşama bakışına ciddi göndermeler yapar Mahfuz.

Yine diğer romanlarında da sık sık başvurduğu bir yol, Kuran ayetlerinden alıntılar yapmak, Miramar'da oldukça ön plana çıkmıştır. Öyle ki, kitabın sivrilen yerlerinde hep bir ayetle karşılaşıyor ve birden hızlı bir düşüşe geçiyor okur. Necib Mahfuz'da zaten yadsınamaz bir durum İslami tavır. Sürekli bir sığınma, tevekkül etme güdüsü hakim. Bu yalnız Miramar ya da diğer romanları için değil, öyle görünüyor ki Mahfuz'un kendisi için de söz konusu olan bir durum. Vafd partisi ve ardından gelen bütün siyasi toplumsal değişimlere rağmen Mısırlıların yüreğinde hiç yok olmamış bir huzursuzluk, anlamlandıramadıkları bir bunaltı duygusundan durmadan bahseder Mahfuz. İslam’a karşı bir sitem havası eser hep. “Dilenci”nin son cümlesini anımsıyorum: “Beni gerçekten istediysen neden bıraktın?” Şeytan’a mı söylemiştir bu sözü Avukat Ömer Bey, yoksa Allah’a mı? Ya da sadece yarım kalmış bir düşe midir serzenişi?..

(Mansur Bahi ile Ömer Vecdi arasında geçen konuşmadan alıntı)

"Ama temel toplumsal sorunlarla hiç ilgilenmediniz."

"Ben El-Ezher'de yetiştim. Tabiatıyla, bir uzlaşmayı araştırdım hep, Doğu ile Batı'nın birleşmesini..."

"Ama hem Müslüman Kardeşlere, hem de Koministlere karşı tavır almanız garip değil mi?"

"Hayır. Karşıt görüşlerin şaşırtıcı bir ortamıydı, sonra da, hepsinin en iyi yanlarından yararlanmak üzere Devrim geldi."

"Öyleyse sorununuz artık çözüme kavuştu."

Evet, dedim, ama aslında aklımda yalnız özel sorunum vardı, hiçbir parti ya da devrimin çözemeyeceği bir ikilem. Ve içimden bir dua okudum.

Hiçbir partinin ya da devrimin çözemeyeceği ikilem!...

Türkçeye çevrilmiş olan kitapları:

Hırsız ve Köpekler - Vadi Yay.

Nil'in Üç Çocuğu - İnsan Yay.

Dilenci - Era Yay.

Miramar - Adam Yay.

Midak Sokağı - Cem Yay. (Sokaktakiler - İnsan Yay.)

Başkanın Öldürüldüğü Gün - Ağaç Yay.

Kaynak

Bu yazı geçici bir metindir. Bu yazı http://mizan.ada.net.tr/sav2.htm adresinden alınmıştır. Yazarı sayın Mehmet Batur'a izin için müracat edilmiştir.

Ayrıca bakınız

Liste - Nobel edebiyat ödülü sahipleri

Bu konuda henüz görüş yok.
Görüş/mesaj gerekli.
Markdown kullanılabilir.

Necib Mahfuz Resimleri

Midak Sokağı
6 yıl önce

Midak Sokağı veya Ara Sokak olarak Türkçeye çevrilen , Necip Mahfuz 'un 1947'de yayımlananan ve kendisine Nobel Ödülü kazandıran romanı. Kahire'nin ara...

Saray Gezisi
6 yıl önce

Saray Gezisi, Mısırlı yazar Necip Mahfuz'un temel eseri sayılan Kahire Üçlemesi adlı roman dizisinin ilk kitabıdır. Dizinin kitapları orta sınıf bir Kahire...

Han el-Halili
6 yıl önce

Kahire'nin başlıca turistik merkezlerinden biridir. Mısırlı yazar Necib Mahfuz'a Nobel ödülünü kazandıran Midak Sokağı romanının ünlü sokağı da Han el-Halili...

Eylül (kitap)
3 yıl önce

Bir İnceleme". İlmi Araştırmalar (25): 7-20. ISSN 1304-9828.  ^ Zariç, Mahfuz (2017). "Akademik eleştiri bağlamında Mehmet Rauf'un Eylül adlı romanı"...

Eylül (kitap), Kitap, Mehmet Rauf, Servet-i Fünun, Taslak, Türk Edebiyatı, “Eylül”
Man Booker Uluslararası Ödülü
6 yıl önce

Günter Grass, Milan Kundera, Stanisław Lem, Doris Lessing, Ian McEwan, Necip Mahfuz, Tomas Eloy Martinez, Kenzaburo Oe, Cynthia Ozick, Philip Roth, Muriel...

Man Booker Uluslararası í–dülü, 2005, 2007, Arnavutluk, Carlos Fuentes, Chinua Achebe, Doris Lessing, Edebiyat, Gabriel Garcí­a Márquez, Günter Grass, John Banville
Reşat Karakuyu
6 yıl önce

Avrupa'da tanıtan bu özgün roman, Alman basınında Nobel ödülü alan Necip Mahfuz'un Midak Sokağı ve İbyol yazar V. S. Naipaul'un Miguel Sokağı adlı...

Reşat Karakuyu, ,
11 Aralık
3 yıl önce

Polonya'daki Kraków-Płaszów toplama kampı'nın kumandanı) (ö. 1946) 1911 - Necip Mahfuz, Mısırlı yazar ve Nobel Edebiyat Ödülü sahibi (ö. 2006) 1912 - Carlo...

2006
3 yıl önce

Amerikalı fizikçi (d. 1932) 30 Ağustos Glenn Ford, Kanadalı oyuncu (d. 1916) Necib Mahfuz, Mısırlı Nobel Ödüllü yazar (d. 1911) 4 Eylül Giacinto Facchetti, İtalyan...

2006, Taksim, 8 Nisan, Tuzla, Jandarma, Elazığ, Mayın, 20 Mart, Helikopter, Kocaeli, Kanser