Disiplinli ve devamlı bir ordunun teşkili fikrinden hareketle sarf edilen çabalar, milletlerin kendi bünyeleri, bulunduklari cografi ortam ve zamanlarina göre degisik olagelmistir. Bu sebepledir ki, hayatlarini zirai ürünlerle kazanan milletler gibi topraga siki sikiya bagli olmayan göçebe Türklerin hayatlarinda hayvanlarinin büyük rolü vardi. Bu, onlarin daha disiplinli hareket etmesini sagliyordu. Keza bu, onlarin harp disiplin, oyun ve usullerine alismalarina da yardimci oluyordu. Nitekim sonbaharda yapilan büyük sürek avlarinin sebepleri, bu önemli gerçek içinde yatiyordu. Uygurlarin birçok aile ve boylarinin bir araya gelerek yaptiklari bu sürek avlari, Göktürkler'de oldugu gibi bir çesit savas egitimi idi. Ekonomi, devlet ve ordu idaresi, askeri bilgi ve eglence bu bahanelerle tatbikat sahasina konuyor, yasaniyor ve deneniyordu.
Orta Asya'li atlı kavimlerin hayatlarinin en önde gelen özelligi, hareket halinde olma idi. Fertlerin bu hareketli hayati, topluma da bir dinamizm veriyordu. Bu hareket ve canliligin sonucu olsa gerek ki, İslam öncesi Türklerinde hakim bulunan anlayisa göre "kendileri bir kurt, düşmanlari da bir koyun sürüsü idi." Türklerdeki bu dinamizm, Müslaman olduktan sonra daha bir kuvvetle devam etmis görünmektedir. Zira onlar, tarihi kültürlerinin bir mirasi olarak devam ettiregeldikleri bu anlayisi, İslam'in "cihad" ve "sehidlik" motifleri ile birlestirmislerdi.
Düsmanlarina karsi yaniltma, ani hücum ve sizma gibi taktikleri ile taninan Türklerin, Müslüman Arap ordulari içinde yer almalarindan sonradir ki, İslam ordulari genis bir cografi mekanda yayilma imkanini buldular. Miislüman Türk askerlerinin İslam ordusundaki durumundan bahs eden bir arastirici sunlari söylemektedir:
"Bazen uygulanan usul de yürüyüs halinde olan düşman hatlarini tuzaga düsürmek veya hemen girisilen muharebe ile anlari, önceden hazirlanmis tuzak bölgelerine çekmek idi. Bu taktikteki büyük avantaj, saf nizaminda hücuma alismis Arap süvarileri için pek söz konusu degilse de, ani hücum, yaniltici çekilme, kanatlara sizma, her taraftan ok yagdirma ve hücumu sür'atle tekrarlamada mahir Türkler içindi."
Tarih sahnesinde görünen birçok millet, askeri güç olarak ifade ettigimiz devamli ve disiplinli orduyu ayakta tutup kendisinden istifade edebilmek için çesitli çarelere bas vurmustur. Bu meyanda, harplerin sebep oldugu nüfus azalmasini bir dereceye kadar ortadan kaldirmak için galiplerin, maglup olan toplumlarin çocuklarindan yararlandigi da görülmektedir. Osmanlıların da bas vurdugu bu sistem, onlarin basarili sonuçlar almalarina sebep olmustur.
Özellikle kurulus ve daha sonraki dönemlerde kullanilan sistemler ile ordunun sahip oldugu disiplin, Osmanlı ordusunu basarili bir hale getiriyordu. Batida bulunan Hiristiyan devletlerce de farkina varilan bu duruma isaret eden bir seyyahin su sözlerine dikkat çeken Gibbons, o seyyahin ifadesini söyle nakleder:
"Osmanlılar, daha önceden Hiristiyan ordularinin ne vakit geleceklerini ve kendileri ile çatisma için müsait yerin neresi oldugunu bilirler. Çünkü bunlar, daima seferber bir halde idiler. Çavuslari ve casuslari, kuvvetleri nasil ve nereye sevk etmek lazim geldigini biliyorlardi. Bunlar, birdenbire harekete geçebilirlerdi. Yüz Hiristiyan askeri, on bin Osmanlıdan daha fazla gürültü yapiyordu. Trampet bir defa vurdu mu, derhal yürüyüse baslarlar, adimlarini kat'iyyen yavaslatmaz ve yeni bir komut verilinceye kadar kat'iyyen durmazlardi. Hafif techizatli olduklari için Hiristiyan mühasimlarinin üç günde kat edemedikleri mesafeyi bir gece içinde kat ederlerdi."
Pek çok müessesede oldugu gibi, kendinden önceki Müslüman ve MüslümanTürk devletlerinin teskilatlarindan yararlanmis bulunan Osmanlılar, bu uygulamayi askeri sahada da gösteriyorlardi. Gerçekten, Osmanlı askeri teşkilatının, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Ilhanli ve Memluk askeri teskilatlan ile benzerlik arz etmesi, bu ifadelerin dogrulugunu ortaya koymaktadir. Bununla beraber biz, daha açik bir fikir vermesi bakimindan B. Selçuklu askeri teskilatindan kisaca ve ana hatlari ile bahs etmek istiyoruz.
Özellikle Alp Arslan ve oglu Melikşah dönemlerinde devrinin en büyük askeri gücü haline gelen Selçuklu ordusu, günümüzün Milli Savunma Bakanligi durumundaki "Divan-i Arizu'l-Ceys" denilen bir teskilat tarafindan idare ediliyordu. Büyük Selçuklu ordusu, çesitli kavimlerden alinarak hususi saray terbiyesi ile yetistirilmis, tören, usul ve protokolü bilen ve dogrudan dogruya Sultana bagli bulunan "Gulaman-i saray", en seçkin komutanlarin egitimi altinda her an emre hazir bekleyen "Hassa ordu" su ile melik, vali, vezir gibi ileri gelen devlet büyüklerinin askerleri ve tabi hükümetlerin askerlerinden kurulu idi. Isimleri "Divan defteri"nde yazili bulunan "Gulaman-i saray" efradi, yilda dört maas (bistgani) alirdi. Devletin esas askeri gücünü teskil eden, harplere katilan ve düşmana agir darbeler indiren "Hassa ordu"su askeri de maasliydi. Ayrica vezir Nizamülmülk (öl. 485/1092) vasitasiyle daha küçük parçalara bölünen askeri iktalarda, geçimini arazi gelirlerinden temin eden ve her zaman harbe hazir kalabalik bir süvari kuvveti (sipahiyan) de vardi. Bu sayede Selçuklu Devleti, büyük bir askeri kuvvet bulundurma imkanina sahip olmustu. Buna karsilik Gazneliler ile Büveyhiler döneminde askere ikta degil maas veriliyordu. Sikisik durum ve zamanlarda, devletin bu maaslari ödeyemedigi oluyordu. Böyle durumlarda komutanlar, vilayetlerin vergilerini kendi nam ve hesaplarina topluyorlardi. Halkla aralarinda bir menfaat birligi olmadigindan askerin faaliyetleri, zaman zaman vilayetlerin harab olmasina kadar variyordu. Halbuki askeri iktalar sayesinde Büyük Selçuklu Devleti 400 bin, Türkiye Selçuklulari da 100 bin kisilik bir orduya sahip bulunuyorlardi.
Osmanlıların İlk Askeri Teşkilatı
Bizans Imparatolugu'nun hududlarinda bulunan ve Osman Gazi'ye bagli olan Türk asıretleri atli idiler. O dönemin iklim, harp, teknoloji ve siyasi sartlarina göre bu gerekliydi. Bu sebeple Osman Bey zamaninda harplere istirak edip fetih yapanlar bu asıret kuvvetleri idi. Asiret kuvvetleri, baslarinda serdarlari olmak üzere Osman Bey'in hizmetine giriyor, fetihlerin sonunda ganimetlerden pay aliyor ve zapt edilen topraklardan yerlesme hakki elde ediyorlardi. Topraga yerlesen Türkmenler, tasarruf ettikleri (kullandiklar) yer karsiliginda Osman Gazi'ye tabi oluyorlardi. Timarlarinin gerektirdigi sayida atli askeri de savasa gönderiyorlardi. Osman Bey, uç beyi olduktan sonra kendisi ile yakin çevresini koruyan ve yevmiye hesabi ile ücret alan askerlerin sayisini artirdi. Bunlar, Selçuklular'da oldugu gibi "Kul" veya "Nöker" adi ile aniliyorlardi. Ulufeli askerlerin sayisi, beyligin gücü ile orantili olarak artiyordu. Bu bakimdan beyligin sinirlari genisledikçe Osman Bey'in kapisindaki kul sayisi da artiyordu.Osman Bey zamaninda, beyligin kuvvetleri, hizmetleri karsiligi ganimetten hisse alan ve feth edilen yerlere atli asker vermek sartiyla yerlesen Türkmen kuvvetleri ile ücretleri gündelik olarak ödenen Osman Bey'in sahsi askerlerinden ibaretti. Nöker veya Kul adini tasiyan bu askerler, fetih hareketlerinde henüz etkin rol oynayacak sayiya ulasmamislardi.
Asiret kuvvetleri ile ulufeli askerler, ilk zamanlarda yeterli oldularsa da fetihler çogaldikça sayi olarak kifayet etmemeye basladilar. Bu bakimdan Osman Bey, fetihlere devam edebilmek için dinamik eleman arayisina baslama ihtiyacini duydu. Bundan sonra ihtiyaç hasil oldugu zaman Sögüt, Karacaşehir, Eskişehir ve Bilecik dolaylarindaki köylerde oturan ve tarimla ugrasan Türk köylülerinden yararlanmaya karar verdi.
Atli olan asıret birlikleri, özellikle kale muhasaralarinda fazla tesirli olamiyorlardi. Bundan baska fetihler sonucu arazi genisleyip birçok gayr-i müslimin, devletin vatandasi durumuna gelmesi ve muhasaralarin uzamasi üzerine asıret kuvvetleri, istenilen zamanda istenilen yere ulasamiyorlardi. Bu sebeple Orhan Bey döneminde yeni ve devamli bir askeri birlige ihtiyaç duyuldu.
Yaya ve Müsellemler
Osman Bey'in ölümünden kisa bir süre sonra, beyligin sinirlarinin genislemesi ve kisa bir gelecekte, daha bir genislemeye namzed olmasi, Orhan Bey'i askeri, mali ve idari düzenlemeler yapmak zorunda birakti. Gerçekten de beylik çerçevesinden çikip güçlü bir devlet haline gelmek için, düzenli bir orduya ihtiyaç vardi. Orhan Bey de bu görüsten hareketle önce orduyu ele aldi. Orhan Bey'in saltanatinin ilk yillarinda askeri kuvvetler, Osman Bey zamanindan pek farkli degildi. Fetihler arttikça topraga yerlesen Türkmenlerin sayisi artmis, buna bagli olarak timarli sipahi sayisi da çogalmisti. Kul veya Nöker denilen sinif, Osman Bey zamaninda oldugu gibi yine ulufe aliyordu.Fetihlerin devami için zaruri olan ordunun organizasyonu, yani, ilk düzenli birlikler, Bursa'nin fethinden sonra ve Iznik'in fethinden önce Vezir Alaeddin Paşa ile Bursa Kadisi Çandarlı Kara Halil'in (öl. 1387) teklifleri dogrultusunda yapilmisti. Buna göre devamli surette savasa hazir yaya ve atli bir kuvvetin bulundurulmasi gerekiyordu. Bu maksatla Türk gençlerinden meydana getirilen bu ordunun atsiz askerine "Yaya", atli askerine de "Müsellem" adi verildi. Alaeddin Paşa'ya göre askeri sinifa mensub olan kimseler ile vezirler, özel bir kiyafet giyerek halktan ayird edilmeliydi. Bu sebeple, bunlarin giyecekleri elbise ve baslarinda tasiyacaklari sarigin renk ve biçimi tesbit edildi. Buna göre bunlar "Ak börk" giyeceklerdi. Böylece tasradaki timarli sipahilerden de ayrilacaklardi.
Türk gençlerinden kurulan ve her biri bin kisi olan bu askeri birligin efradi. Çandarlı Kara Halil tarafindan seçilmisti. Asikpasazade'nin ifadesine göre birçok kisi "Yaya" yazilmak için Çandarlı Kara Halil'e müracaat etmisti. Savaş zamaninda bu gençlere önce birer, daha sonra da ikiser akça gündelik verilmesi kararlastirildi. Savaş olmadigi zamanlarda da ziraat yapmak üzere kendilerine toprak tahsis edildi. Bunlar, vergilerden muaf tutuldular. Orhan Bey zamaninda hassa ordusu sayilan yaya ve müsellemler, kaç sancak varsa o kadar yaya ve atli sancaga bölünerek basina sancakbeyi tayin edildi. Yaya denilen piyade sinifinin her on kisisi için bir bas (onbasi), her yüz kisiye de daha büyük bir bas (yüzbasi) tayin edilmisti. Müsellem adi verilen atli birligin her otuz kisisi bir "Ocak" meydana getiriyordu. XV. yüzyıl ortalarina kadar fiilen silahli hizmette bulunmus olan bu Yaya ve Müsellemler, Kapıkulu ocaklarinin kurulup gelismesiyle yerlerini onlara terk ettiler. Daha sonra Rumeli'deki Yürükler, Canbazlar ve Tatarlarin katilmasiyla Osmanlı askeri teşkilatının geri hizmet sinifini meydana getirdiler. Bu sinif, köprü yapimi, yol insaati, kale tamir ve yapimi ile hendek kazimi gibi islerde kullanildi.
Görüldügü gibi Osmanlı Devleti'nin ilk döneminde, yani Osman Bey zamaninda beyligin kuvvetleri iki kisimdan ibaret bulunuyordu. Bunlardan biri, Türkmen asıretlerinden saglanan ve kendilerine hizmetleri karsiliginda elde ettikleri ganimetler disinda timar da verilen atli kuvvetler, diğeri de Osman Bey'in, ücretlerini gündelik olarak verdigi sahsi askerlerdi. Bunlara Nöker deniyordu ki tamami hür insanlardan meydana gelmisti. Orhan Gazi döneminde ise Yaya ve Müsellem adi ile yeni ve devamli bir askeri birlik kurulmustu.
Bu bilgilerin ışığı altinda konuya bakildigi zaman Osman ve Orhan Bey'ler zamaninda Osmanlı ordusu, üç gruptan tesekkül ediyordu. Bunlardan biri asıret kuvvetleri, ikincisi Nöker adı verilen ve sonradan "azab" adini alan sahsi askerler ki bir çesit hassa orduyu meydana getiriyorlardi. Üçüncüsü de biraz önce kuruluslarindan bahs ettigimiz Yaya ve Müselle ordusu idi.
Kuruluş döneminden baslamak üzere Osmanlı ordusu "Kara" ve "Deniz" olmak üzere iki kisimdan ibaretti.
Osmanlı Kara Ordusu
Ordu-u Hümayun denilen Osmanlı Kara Ordusu, genel olarak iki bölüme ayrilmakta idi. Bunlardan biri "Kapıkulu Askerleri" diğeri de "Eyalet Askerleri" adini tasiyordu. Bu askeri birliklerin her biri, gördükleri hizmetlere göre kendi içinde daha küçük kisimlara ayrilip ona göre isimler aliyor. Bu isimler, ocak kelimesi ile bir terkip olusturduklarindan ayrica bunlara "ocak" deniyordu. Ocag'in en büyük subayina da "Ocak Agasi" adi veriliyordu.Kapıkulu Askerleri
Kapıkulu denilen bu askeri birlik, Selçuklular ve diğer bazi devletlerde oldugu gibi "Hassa Ordu"yu meydana getirmekteydi. Bu sinifa dahil olan askerler, devletten "Ulufe" adiyla maas alirlardi. Burada "kapi" kelimesinin kullanilmasi ve devletten maas alan askerlere de "Kapıkulu" askeri denmesinin sebebi, Kapi kelimesinden bizzat devletin anlasilmasiydi. Zira eskiden beri dogu ülkelerinde isler, hükümdar saraylarinin kapisinda görülürdü. Bu tabir, Kapi müdafaasinda bulunan askerler için de kullanilmakla beraber sadece onlara hasr edilmeyen bir kelimedir. Askerler için de bu kelime kullaniliyordu. Iste bu sebepten dolayi devletten maas alan askerlere "Kapıkulu askerleri" deniyordu.
Kapıkulu askerleri baslangiçta devlet merkezinde bulunuyorlardi. Fakat ülke genisleyip muhafazasi için hudud boylarinda kaleler insa edilince oralarda da ikamet etmek mecburiyetinde kaldilar.
Osmanlı Devleti, Rumeli taraflarinda fetihler yapip genislemeye baslayinca devamli bir orduya ve daha fazla askere ihtiyaç hasil olmustu. Bu da savaslarda esir alinan ve askeri sartlara uygun hiristiyan çocuklarinin kisa bir müddet Türk terbiyesi ile yetistirilerek yeni bir askeri sinifin meydana getirilmesiyle karsilanmisti. Iste bu teskilat, Kapıkulu ocağının çekirdegini teskil etmisti. Kapıkulu askerleri iki gruba ayrilmaktadirlar. Bunlar:
1. Kapıkulu Piyadesi
2. Kapıkulu Süvarisi.
Kapıkulu Piyadesi
Osmanlı Devleti'nin, merkez askeri teskilat, içinde yer alan Kapıkulu askerleri, Osmanlı askeri teşkilatının önemli bir bölümünü meydana getiriyorlardi. Kapıkulu piyadesi de kendi arasinda ayri gruplara ayrilmisti.
Acemi Ocağı
Osmanlı askeri tarihinde, önemli yeri bulunan ve Kapıkulu piyadesinin mühim bir bölümünü teskil eden yeniçerilere mense' olan "Acemi ocağı", Sultan Birinci Murad zamaninda Kadiasker Çandarlı Kara Halil ile Karaman'li Kara Rüstem'in tavsiyeleri sonucu ortaya çikmisti. Hoca Saadeddin Efendi'nin bildirdigine göre bu uygulama, Sultan Birinci Murad'in devr-i saltanatinda 763 (1361-62) tarihindeki Zagra'nin fethi ile baslamistir. Devlet adina ve "Pencik" kanununa göre alinan esirler", Yeniçeri ocağına asker yetistirmek için Gelibolu'da kurulmus bulunan Acemi ocağına gönderiliyor ve yevmiye bir akça ücretle Gelibolu ile Çardak arasinda isleyen at gemilerinde hizmet görüyorlardi. Bir müddet sonra bunlar, Yeniçeri ocağına aliniyorlardi. Fakat bu esirler, firsat buldukça kaçip memleketlerine gittikleri için bu sistem degistirildi. Savaşlarda esir edilen küçük yastaki Hiristiyan çocuklari, evvela Anadolu'daki Türk köylülerinin yanina verilerek (Türk'e vermek) az bir ücretle hizmet ettirilmeye baslandi.
Gerçi bu ocağın, Rumeli fatihi Süleyman Paşa zamaninda, bizzat kendisi tarafindan savasta esir alinan Hiristiyan çocuklari ile basladigi belirtilmekte ise de ocağın gerçek manada müesseselesmesi, yukarida belirtilen sekilde olmustur.
Sözlük manasiyle beste bir demek olan "pencik" harplerde ele geçirilen esirlerden, askerlikte kullanilmak üzere beste birinin alinmasi demektir.
İslam hukukunun ganimetlerle ilgili vaz' etmis oldugu prensiplerinden dogmus olan "pencik", Osmanlı Devleti'nin ilk kurulus yillarinda uygulanmiyordu. Harpler sonunda ele geçen diğer ganimetler gibi esirler de gazilere taksim ediliyordu. Gaziler, hisselerine düsen esirleri, İslam hukuku geregince istedikleri sekilde istihdam edebiliyor, istihdam yeri olmayan da onlari satabiliyordu.
Osmanlılarda Acemi oğlani iki sekilde alinirdi. Bunlardan biri savaslarda elde edilen erkek esirlerin beste birinden (pencik), diğeri de Osmanlı vatandasi olan Hiristiyan çocuklardandi. Savaşlarda elde edilen esirlerin asker olarak alinmasiyle ilgili "Pencik Kanunu" tertib edilmisti. Buna göre alinan esir oğlanlara "Pencik Oglani" adi verilmisti. Elde edilen bu esirler, "Pencikçi" denilen memur tarafindan tesbit edilir, bunlardan on ila on yedi yaslari arasinda olan erkek esirlerden vücutça kusursuz ve saglam olanlar devletçe üçyüz akça karsiligi satin alinirdi. Böylece Acemi ocağına ilk efrad, Pencik kanunu ile toplanmistir. Bu sistemin gelismesinde büyük ölçüde rolü bulunan Kara Rüstem de Gelibolu'da Pencik vergisini (Resm-i Pencik) toplamakla görevlendirilmisti.
Pencik oğlanlarinin, Anadolu'daki Türk çiftçilerinin yanina verilmesi, aradaki deniz sebebiyle kaçmalarina engel olmak içindi. Bununla beraber, zaman zaman bazi esir çocuklarin Avrupa'ya kaçtigi görülüyordu. Esirlerin, Türk çiftçilerinin yanina verilmesi ile ilgili kanun hakkinda kaynaklarda farkli tarih ve zamanlar verilmektedir. Bu cümleden olarak Sirpsindigi savasi, Edirne'nin fethi ve Bilecik tarafina yapilan ilk akinlarda olduguna dair rivayetler bulunmaktadir.
Cüz'i bir ücretle Türk çiftçisinin yanina verilen Acemi oğlanlarina çok az bir ücretin verilmesi, onlarin "ben padişah kuluyum" deyip çiftlik sahibine kafa tutmamasi içindi.
Acemi oğlanlar, ziraat islerinde çalistirildiklari gibi kisa zamanda Türkçe ile birlikte İslam-Türk örf ve adetlerini de ögreniyorlardi. Böylece yeni hayata intibak ettikten sonra bir akça gündelikle "Acemi Ocagi"na kayit ettiriliyorlardi. Burada bir müddet hizmet gördükten sonra yevmiye iki akça karsiligi "Yeniçeri Ocagi"na gönderiliyorlardi. Yildirim Bayezid döneminin sonlarina kadar belirtilen sekilde devam eden bu usul, Ankara Savaşi'ndan (1402) sonra fetihlerin durmasi ve iç karisikliklarin bas göstermesi yüzünden büyük ölçüde tatbik edilemez olmustu. Kapıkulu ocaklarindaki kadro eksikligini gidermek için baska bir çareye bas vurmak gerekiyordu. Bu sebeple Rumeli'ndeki Hiristiyan tebeadan muayyen bir kanunla ve "Devsirme" ismiyle münasib sayida Hiristiyan çocugu alinmasina karar verildi.
Daha önce de temas edildigi gibi Ankara Savaşi'ndan sonra Osmanlı fetihleri durmus, bazi yerler Bizans ve Sirplara terk edilmislerdi. Gerek Çelebi Mehmed zamaninda, gerekse oglu Sultan İkinci Murad'in ilk devirlerinde Rumeli'de fütuhat yapilamadigi için esirlerden istifade edilememisti. Bunun üzerine Osmanlılardan önceki Türk ve İslam devletlerinde uygulanmamis olan yeni bir usul ile devletin, Hiristiyan tebeasi olan ve yaslan uygun çocuklarindan sadece bir tanesinin Osmanlı ordusuna alinmasi kararlastirildi. Böylece Hiristiyan vatandaslarin çocuklarindan asker devsirmek için bir "Devsirme Kanunu" yürürlüge konuldu. Bu yeni kanunla, bastan basa gayr-i müslim olan Rumeli halki, tedrici surette müslümanlastirilacakti. Müslümanlastirilan bu insanlarla da Osmanlı ordusu kuvvetlenecekti. Böylece devlet, bu sayede Müslüman nüfusunu koruma gibi bir hedefe de ulasmis oluyordu. Gerek Müslüman nüfusu çogaltma, gerekse harplerde kendisinden istifade etme bakimindan iki yönden faydali olan bu Devsirme kanunu , Pencik kanunu ile asker almanin yerine geçmisti. Zaten Pencik kanunu da eski önemini kaybetmeye baslamisti.
Devsirme kanunu geregi ihtiyaca göre üçbes senede ve bazan daha da uzun bir sürede Hiristiyanlardan sekiz ila on sekiz ve bazan yirmi yas arasindaki sihhatli ve kuvvetli çocuklardan Acemi Oglani alinmaya basladi. Bununla beraber 14-18 yas arasindakiler tercih ediliyordu. Önceleri Rumeli'de Arnavutluk, Yunanistan, Adalar ve Bulgaristan'dan, daha sonra ise Sirbistan, Bosna-Hersek ve Macaristan'dan çocuk toplandi. Bu durum, XV. Muhtelif hizmetlerde bulunan Acemilerin, Yeniçeri Ocagina kayit ve kabullerine "Çikma" veya "Kapiya Çikma (bedergah) denirdi.
Devsirme usulü, kendi dönem ve zamanina göre iyi bir sonuç vermisti. Bu sonuç hem Osmanlılar, hem de çocugu devsirilen aileler için faydali olmustu. Osmanlılar açisindan faydali olmustu, zira o dönemin bitip tükenmek bilmeyen harpleri, devamli surette insanlari yutan birer makine haline gelmislerdi. Iste bu makinalarin zararlarini en aza indirebilmek ve kendi Müslüman Türk nüfusunu koruyabilmek için devlet, gayri müslim vatandaslarindan istifadeyi düsünmüstü. Böylece hem İslam Türk mefkuresinin daha genis sahalarda yayilmasini saglamak, hem de kendi asil nüfusuna dokunmamak suretiyle azinliga düsmeyecekti. Devsirme sistemi, çocugu devsirilenler bakimindan da faydali bir seydi, çünkü onlar da çocuklarinin içinde bulunduklari mali sikintidan kurtulacagini biliyorlardi. Muhtemelen çocuklari devlet kademelerinde vazife alir ve yüksek bir mevkiye gelebilirdi. Bunun da kendileri için faydali olacagi bir gerçekti. Bu sebepledir ki kaynaklar, pek çok Hiristiyan ailenin, çocugunu devsirmeye verebilmek için adeta birbirleri ile yaristiklarini kayd ederler. Hatta sadece Hiristiyan çocuklarinin devsirilmesi kanun iken feth edildikten sonra halki Müslüman olan Bosna'dan da devsirilmek suretiyle acemi oğlani alinirdi. Zira bunu bizzat kendileri arzuluyordu.
Bilindigi üzere her saha ve konuda oldugu gibi devsirme sisteminde de arzu edilmeyen bazi suistimallerin oldugu söylenebilir. Buna karsilik devlet, gönderdigi memurlarinin kanunsuz hareketlerini önlemeye gayret ediyordu. 9. Cemaziyelahir 973 (10 Ocak 1566) tarihinde Semendire Beyi ile Ivraca Kadisina yazilan bir hükümde Acemi oğlani devsirmeye giden bir memurun hane (ev) basina onar akça nal parasi vesair kanunsuz paralar alip 5-10 yasindaki çocuklari önce alip sonra bin ve daha ziyade akçaya tekrar babalarina sattigi bildirilmekle Yayabasilarindan Ferhad gönderilip hakkiyla teftis olunmasi ve memurun esyasi arasinda bulunan para, kumas vesair mühürlenip defterle merkeze gönderilmesi emr edilmistir. Böylece devlet, bu ve benzeri haksizliklarin önüne geçmeyi, adaletsizligi ortadan kaldirmayi istiyordu.
Yeniçeri Ocagi
Avrupa'da kurulan devamli ordudan bir asır önce vücuda getirilmis olan Yeniçeri ordusu, Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde dünyanin en mükümmel ordusu haline getirilmisti. Bu ordu, teskilat ve disiplini ile bu sifati tasimaya hak kazanmisti. Osmanlı Devleti'ni kuran ve kisa bir zamanda hududlari Rusya, Lehistan, Macar ovalan ile Viyana, Venedik önlerine;
İran, Arabistan ve Mısır çöllerine kadar götüren hükümdarlarin en büyük dayanaklarindan biri bu ordu olmustur.
Piyade birligi olan Yeniçeri ocağının, hangi tarihte ihdas edildigi kesin olarak tesbit edilememekle birlikte bunun, Murad Hüdavendigar zamaninda yani on dördüncü asrın son yarisi içinde bir ocak halinde kuruldugu söylenebilir. Bazi kaynaklarda bu kurulusun 1365 yili oldugu söyleniyorsa da büyük bir ihtimalle bunun 1362 yilinda oldugudur. Türkçe asker demek olan "Çeri" ile "yeni" kelimelerinin bir araya gelmesiyle meydana gelen bu terim, Osmanlı Devleti'nin merkezinde ve hükümdara bagli bulunan yaya askeri için özel bir isim haline gelmistir. Haci Bektas-i Veli ile hiç bir ilgisi olmamakla birlikte (Âsikpasazade, 204-206) zamanla bu tarikata izafe edilerek Yeniçerilere "Taife-i Bektasiye", ocaga da Bektasi ocağı denmistir.
Bu ocağın kurulus sebebi, mevcud askerin azligina ragmen, fetihlerin çogalip sinirlarin genislemesi ve eldeki askerin de bu sinirlari koruyamaz duruma gelme endisesi idi. Halbuki hem Rumeli'yi elde tutabilmek hem de yeni fetihlerde bulunabilmek için devamli ve hükümdarin emir komutasi altinda bir askeri birlige ihtiyaç vardi. Benzer teskilatlar, yani esirlerden istifade etme sistemi, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardi. Bu manada Osmanlıların, Selçuklular ile Memluklulari örnek aldiklari anlasilmaktadir.
Yeniçeriligin ilk kurulusunda, orduya bin kadar yeniçeri alinmisti. Bunlarin her yüz kisisine komutan olarak daha önce Türklerden meydana getirilen yaya askeri usulüne uygun olarak bir "Yayabasi" tayin edilmistir.
Ocak, XV. yüzyıl ortalarina kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemaat adi verilen bir siniftan ibaret iken Fatih Sultan Mehmed zamanindan itibaren (1451 senesi), "Sekban" bölügünün de iltihakiyla iki sinif haline gelmis. XVI. asır baslarinda ise "Aga" bölügü denilen üçüncü bir kisim daha teskil edilmistir. Yaya bölükleri peyderpey artarak 101 bölüge kadar çikmistir. Aga bölükleri 61, Sekban bölükleri ise 34 rakamina kadar yükselmistir.
Yeniçeriler, baslarina börk ismi verilen beyaz keçeden bir baslik giyerlerdi. Bunun arkasinda ise yatirtma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer almaktaydi. Yeniçeriler börklerini egri, subaylari da düz giyerlerdi. Fatih kanunnamesinde belirtildigine göre yeniçeri taifesine her yil beser zira' laciverd çuka ve otuz iki akça "yaka akçasi" ile her birine basina sarmasi için altisar zir'a astar verilmesi hükmü konmustu.
Her yeniçeri bölügüne "Orta" denirdi. Her ortanin da komutani olan ve "Çorbaci" denilen bir subayi bulunurdu. Sekban ve Aga bölüklerinde bu komutana "Bölükbasi" denirdi. Yeniçeri ocağının en büyük komutani "Yeniçeri Agasi" idi. Yeniçeri Agasi, ocağın kurulusundan 1451 senesine kadar .ocaktan tayin edilirken bu tarihten sonra Sekbanbasilardan tayin edilmeye baslandi. Bununla beraber bu kanun daha sonra degistirilerek ocağın disindan olan kimseler de tayin edilmistir. Yeniçeri Agasi, Yeniçeri Ocagi ile Acemi Ocagi islerinden sorumlu idi. Bundan baska Istanbul'un asayisi ile de ilgilenir ve yaninda bulunan bir heyetle kol dolasip güvenligi saglardi. Bu sebeple hükümdarlar, bunlarin güvenilir ve sadik kimselerden olmasina dikkat ederlerdi. Yeniçeri Agalarinin azil ve tayini 1593'e kadar dogrudan padişah tarafindan gerçeklestirilirken, bu tarihten itibaren veziriazamlara intikal etmistir.
Yeniçeri Ocagi'nin en büyük komutani olan Yeniçeri Agasi'ndan baska Sekbanbasi, Ocak Kethüdasi veya Kul Kethüdasi, Zagarcibasi, Turnacibasi, Muhzir Aga ve Bas çavus ta ocağın büyüklerindendi. Bunlardan baska bir de "Yeniçeri Efendisi" denilen ocak katibi vardi.
Yeniçeriler, maaslarini (ulufe) üç ayda bir alirlardi. Bu konuda ocağın en büyük amiri olan Yeniçeri Agasi ile herhangi bir nefer arasinda fark yoktu. Onun için Yeniçeri Agasi da bu ulufe isine dahil edilirdi. Ulufe, padişahin nezaretinde büyük bir merasimle her ortaya torbalar halinde tevzi edilirdi. Hicri kameri takvime göre dagitilan ulufenin Sali günü verilmesi kanundu.
XVI. asra kadar devsirmeden toplananlardan baskasi katilamazken 990 (1582) senesinde Sultan III. Murad (1574-1595)'in, sehzadesi Mehmed için tertiplenen sünnet dügününe katilan bir sürü canbaz, hokkabaz ve oyuncunun mükafat olarak bu ocaga kayd olmalari, ocağın yavas yavas bozulmasina sebep olmustu. Devletin kurulusundan kisa bir müddet sonra teskil edilen Yeniçeri Ocagi, belirtilen olaydan sonra hariçten insanlarin ocaga girmesiyle bozulmaya yüz tutmustu. Çünkü, egitimsiz ve basibos kimselerin ocaga girmeleriyle bu askeri teskilat, dogrudan siyasete katilan, devlet adamlarini tayin veya azlettiren, padişahlari tahttan indiren veya tahta çikaran bir kuvvet halini almisti. Gerçekten de onlarin zorbaliklarini ve yaptiklari kötülüklere isaret eden (1826) tarihli bir hüküm Istanbul Kadisina gönderilmistir. Bu hükümde söyle denilmektedir: "Allah'a, Peygambere ve sizden olan ulu'l-emre itaatediniz" ayet-i kerimesi muktezasinca kaffe-i mü'min ve muvahhid olanlar, emr-i ulu'l-emre itaat ve inkiyad ile me'mur olup bir müddetten beri Yeniçeri namina olan eskiya makulesi, hilaf-i ser'-i serif, daire-i itattan huruc ederek fürce bulmasi cihetiyle gerek memalik-i mahrusede ve gerek dari's-saltanat-i seniyede her bir sey çigirindan çikmis ve ol makule esrar-i nasin garazlari olan mel'aneti icra zimninda her bir seye müdahele daiyesine düsmelerinden nasi, Ümmet-i Muhammed'in mal ve canlarindan emniyetleri kalmayip rahatlarina halel gelerek bayagi alis verislerine varinca fesada varmis..." Bu hükümde de açikça görüldügü ve yukarida belirtildigi gibi Yeniçeri askeri her seye müdahele eder olmus. Buna karsilik gerçek vazifesi olan askerligi tamamiyle unutur olmustu. Zira onlar, askerlik yerine esnaflikla ugrasiyorlardi. XVII ve XVIII. asırlarda sik sik ayaklanmislardi. Bunun üzerine ocak, "Vak'a-i Hayriye" diye isimlendirilecek olan bir karar ve hareketle 15 Haziran 1826'da Sultan İkinci Mahmud tarafindan lagv edilerek ortadan kaldirildi.
Cebeci Ocağı
Kapıkulu askerinin piyade ocaklarindan biri de "Cebeci Ocagi"dir. Kelime olarak "cebe" zirh demektir. Osmanlılar, bir nevi istilah olarak bu kelimenin mana ve kapsamini genisletmis görünmektedirler. Bunun içindir ki "cebeci" dendigi zaman belli hizmetleri olan bir askeri sinif akla gelmektedir. Buna göre devletin yaya muharib askeri olan yeniçerilerin ok, yay, kalkan, kiliç, tüfek, balta, kazma, kürek, kursun, barut, zirh, tolga, harbe vesaire gibi ihtiyaçlari olan savas alet ve esyasi yapan veya tedarik eden ocaga "Cebeci Ocagi" denirdi. Bu ocak, yeniçerilere lazim olan harp levazimatini deve ve katirlarla nakl ederek, cephede bulunan yeniçerilere dagitirdi. Savaş sonunda da bunlari tekrar toplardi. Bu arada tamire muhtaç olanlari da tamir ederek silah depolarinda muhafaza ederdi.
Sefer esnasinda ordu komutanlari refakatina münasib bir miktar cebeci verilirdi. Bunlarin, kuvvetli, becerikli ve silahtan anlayanlardan olmasi gerekirdi. Bu maksatla Cebecibasiya bu yolda emirler verilirdi. Baris zamaninda bunlar, kendilerine tahsis edilen Ayasofya taraflarinda ve Tophane civarinda bulunan kislalarinda ikamet ederlerdi.
Bu ocağın kurulus tarihi kesin olarak tesbit edilmekle birlikte, Yeniçeri ocağı ile birlikte veya ondan çok kisa bir müddet sonra oldugu tahmin edilmektedir. Bu ocaga girecek olanlar, "Pencik" ve "Devsirme Kanunu" devam ettigi müddetçe Acemi oğlanlari arasindan seçilirdi. Sonralari Yeniçeriler gibi bunlarin da evlenmelerine müsaade edildiginden yetisen çocuklari da cebeci olurdu. Ocaga alinacak kimseler, önceleri "sakird" ismiyle alinir, daha sonra fiilen cebeci olurlardi.
Ocak mevcudu, aralarindaki münasebet dolayisiyla Yeniçeri askerinin azalip çogalmasina bagli olarak artar veya eksilirdi. XVI. asır ortalarinda yeniçeriler 12 bin nefer iken bunlarin sayilan 500 kadardi. XVII. asırda (1675) te cebecilerin sayilari 4180 civarindadir. XVIII. yüzyılda cebecilerin sayisi 2500-5000 arasinda degismekteydi. Yeniçeri Ocagi'nin lagv edilmesi ile ortadan kalkan Cebeci Ocagi, Asakir-i Mansure ile yeniden tesis edilmisti.
Diger Kapıkulu ocaklari gibi "orta" denilen ve 38 bölüge ayrilmis bulunan cebecilerin en büyük komutani "Cebecibasi" idi. Ortalar, kendi aralarinda silah yapan, silahlan tamir eden, barutlari islah eyleyen, harp levazimatini tedarik edip hazirlayan ve humbara yapanlar gibi ayri ayri kisimlara ayriliyorlardi.
Topçu Ocağı
Top dökmek, top atmak ve top mermisi yapmak gayesiyle teskil edilen bu ocak da, Kapıkulu ocaklarinin yaya kismindandi. Efradi, Acemi Ocagi'ndan saglanirdi. Osmanlı ordusunda ilk top, Sultan I. Murad zamaninda 1389 yilinda Kosova Meydan Muharebesinde kullanilmistir. Yildirim Beyazid tarafindan da gerek Istanbul muhasaralarinda gerekse Nigbolu kusatmasinda topun bir silah olarak kullanildigi, Asikpasazade tarafindan anlatilmaktadir. Görüldügü gibi Osmanlı Devleti'nin daha baslangiç yillarinda top, ordunun ayrilmaz bir parçasi haline gelmistir. Bununla beraber topun silahli kuvvetlerin agir ve önemli bir silahi olarak ordu ve donanmaya yerlesmesini saglayan, Fatih Sultan Mehmet olmustur. Kale yikan büyük toplar ile havan topunun mucidinin de Fatih Sultan Mehmed oldugu belirtilmektedir. Bu silahin, askeriyedeki önemi o kadar büyümüs ve devlet ona o kadar ehemmiyet vermistir ki, patlatilamayan bir topun patlamasini temin eden kimseleri bile her türlü vergi ve rüsumdan muaf saymistir.
Topçu ocağının top döken kismi ile top kullanan bölükleri ayri ayri idiler. Toplar, her zaman devlet merkezinde veya fabrikalarinda döktürülmezlerdi. Bazen kale muhasaralarinda kalelerin önünde de top imal edildigi görülmektedir. Nitekim Sultan II. Murad zamanindaki Mora ve Arnavutluk seferlerinde, daha sonra da Istanbul kusatmasinda develerle getirilen malzeme ile buralarda toplar döktürülmüstü.
Osmanlılar, gelecekteki ihtiyaçlarini karsilamak ve devamli bir sekilde hazirlikli bulunmak gayesiyle Istanbul'un disinda da top fabrikalari kurmuslardi. Bu fabrikalar, hudud veya hududa yakin yerlerde idi. Bu yerler:
Belgrad, Semendire sancaginin Baç (Beç) madeni, Budin, Içkodra, Praviste, Timasvar ile Asya'da İran sinirina yakin Kerkük'ün Gülanber kalesi idi. Bu toplarin mermilerini yapan fabrikalar da Bilecik, Van, Kigi, Kamengrad, Novaberda ve Baç'da idi. Bu mermiler (yuvarlak=gülle) için de ayri ayri yerlerde depolar yaptirilmisti. Her yil ne kadar mermi ve gülle dökülecegi, Divan tarafindan planlanip Topçubasina bildirilirdi. Dökümhanelere de buna göre emir giderdi. Bir gülle dökümhanesinin yillik ortalama kapasitesi 20-24 bin aded arasinda degisiyordu. Bu mermilerin en küçükleri 320 gram agirliginda idi. Bunlar, "Sahi" denilen toplarin gülleleri idi. Sahiler, katir sirtinda tasinabilen ve yalniz iki topçu eri tarafindan kullanilabilen küçük, pratik, atesi seri ve müessir toplardi. "ince Donanma"yi meydana getiren nehir gemilerinde de bunlar kullanilirdi. Kale muhasaralarinda surlari yikmak için kullanilan toplar daha büyüktü. Bu toplarin gülleleri 70 kg. agirliginda idi. Top mermisi döken madenlerde dökücü ustalari ve yeterince isçi vardi Dökücüler, Istanbul'daki Tophaneden gönderilirlerdi.
Osmanlılar, sadece madeni degil, tas gülle de kullanmislardi. Bu gülleleri demir olanlardan ayirmak için "Tas gülle" tabirini kullaniyorlardi.
Topçu ocağının en büyük zabitine (subayina) "Sertopi" veya "Topçubasi" denirdi. Bundan baska Dökümcübasi, Ocak kethüdasi ve çavusu gibi yüksek rütbeli subaylari ile "Çorbaci" veya "Bölükbasi", Dökücü halifeleri" gibi subaylari ile Ocak katibi vardi.
Tophanede sivil memurlar da istihdam ediliyordu. Bunlar, Tophane Nasyonel Sosyalistn ile Tophane Emini idi. Tophane Emini, tophaneye alinan ve sarf edilen esyanin defterini tutar ve her sene hesabini verirdi. Tophane levazimi, bunun eli ile tedarik edildiginden vazifesi çok önemli idi. Bütün bunlardan anlasildigina göre Topçubasi, Dökümcübasi, Tophane naziri, top dökümcüleri kethüdasi, Tophane emini ve Topçu çavusu Tophane ocağının yüksek rütbeli subaylarindandi.
Topçular, sayica "Cebeciler"e yakin idiler. XVI. asırda ocağın mevcudu 1204 nefer iken, XVII. asırda bu sayi 2026'ya kadar yükselmistir. Onyedinci asrın sonlarinda muharebelerin devami yüzünden sayilari 5084'e kadar çikmistir.
Oldukça islah edilmesine ragmen Sultan III. Selim'in tahttan indirilmesi (hal') esnasinda Kabakçi Mustafa'ya iltihak eden Topçu ocağı, isyana istirak etmisti. Halbuki Sultan Selim, bu ocağın, zamanin sartlarina göre islah edilmesine ehemmiyet vermis, derece ve itibarlarini artirmisti. Vak'a-i hayriye esnasinda topçular, devlete sadik kalarak Humbaraci ve Lagimci ocaklari ile birlikte "Sancag-i Serif altina gelmislerdi. Yeniçeri ocağının ilgasindan sonra Topçu ocağı yeni sekle göre tertip edilmisti.
Topçu ocağı ile çok yakindan ilgisi bulunan bir ocak daha vardir ki, bu da "Top Arabacilari Ocagi"dir. Osmanlıların ilk dönemlerinde kullanilan toplar, deve, katir ve beygirlerle naklolunan küçük ve hafif toplardi. XV. asırdan sonra topçulugun büyük ölçüde gelismesi üzerine ve büyük toplarin dökülmesinden sonra, yenilik yapan Osmanlılar, bunlari araba ile savasa götürmeye basladilar. Demek oluyor ki bu ocak, toplarin daha ziyade tekemmül ederek arabalarla tasinmasindan sonra dogmustur. Arabacibasi adinda bir subayin komutasinda bulunan bu ocak da çesitli ortalara ayrilmisti.
Humbaracı Ocağı
Farsça asilli bir kelime olan humbara, içine patlayici maddeler doldurulmak suretiyle demirden yapilmis bulunan mermi demektir. Humbaraci da bu mermiyi havan topu ile kullanan topçu (havan topçusu) demektir. Humbaranin el ile atilani (el bombasi) oldugu gibi havan topu ile atilani da vardir. Ayrica tas da atilabilirdi.
Daha çok kale kusatmalarinda ve görülmesi mümkün olmayan hedeflere karsi kullanilan havanlar sayesinde Müslüman Türkler, dikkate deger basarilar saglamislardi. Topçular gibi Kapıkulu ocağına mensub bulunan humbaraci ortalarinin XVXVI. asırlar arasinda ihdas edildigi tahmin edilmektedir. Humbaracibasi adi verilen bir subayin komutasinda bulunan bu ocak mensuplari, baslangiçta biri topçulara, diğeri cebecilere bagli olmak üzere iki kisimdan ibaretti. Bu ocağın esas kisminin Kapıkulu gibi maasli degil, timarli oldugu bilinmektedir. Nitekim 1126 yili Safer ayinin sonlarinda Humbaracibasi tarafindan Payitahta gönderilen bir arizadan, Hotin Kalesi muhafazasinda bulunan timarli humbaraci neferatinin bulundugu anlasilmaktadir. Buna göre humbaracilari topcu, cebeci, ve timarli olmak üzere üç kisma ayirabiliriz.
Bulunmasi gereken birçok vesikada isimleri zikredilmeyen humbaracilarin müstakil bir ocak haline gelmesi XVII. asırdan sonra olmalidir. XVIII. yüzyıl baslarinda büsbütün ihmale ugrayan humbaracilik mesleginin, günün sartlan ve Avrupa'daki gelismesi de göz önüne alinarak yeniden tesisi düsünüldü. Bir müddet Avusturya'da kaldiktan sonra Osmanlı ülkesine iltica edip Müslüman olan Fransiz asilzadesi Copmte de Bonneval (Ahmet Paşa), Birinci Mahmud devrinde Mirimiran rütbesi ile humbaracibasiligina tayin edildi. Humbaraci ocağı, "fenn-i humbara ve sanayi-i atesbazide maharet-i tammesi" olan bu zat tarafindan Avrupa'daki usul ve sistemlere uygun bir sekilde teskilatlandirilmaya tabi tutuldu. Ahmed Paşa'nin bu konudaki çabalari sonucunda Bosna'dan 301 nefer alinarak her 100 kisi bir "oda" teskil etmek üzere bir ocak vücuda getiriliyor, her bölüge bir yüzbasi, iki ellibasi, on onbasi, tabib, cerrah ve yazicilar tayin olunduktan ve ulufeler tesbit edildikten sonra teskilat, humbaracibasinin emri ve sadrazamin nezareti altina aliniyordu. Siki bir talim ve egitim ile yetisecek olan humbaracilardan tahsillerini bitirip olgun bir hale gelenler, Vidin, Nis, Hotin, Azak ve Bosna"nin serhad kalelerine "Humbaracibasi" olarak tayin edileceklerdi.
Fabrika ve kislalari Üsküdar'da bulunan humbaracilarin, devlet askeri teskilati bakimindan önemli bir yeri bulunduklari anlasilmaktadir. Yeniçeriligin ilgasi esnasinda meydana gelen olaylarda, devletin yaninda yer almis olan Humbaraci Ocagi, Asakir-i Mansure ordusu içinde topçulara baglanarak ayri bir ocak olmaktan çikmis oldu.
Lağımcı Ocağı
Kusatma altindaki surlarinin altindan tünel (lagim) kazmak suretiyle yikan veya düşmanin açtigi tünelleri kapatan bir ocaktir. Osmanlı ordusunda mühendislik bilgisine dayali olan bu ocak, XVII. asrın ortalarindan itibaren bozulmaya yüz tutmustu. Biri, Cebecibasinin komutasinda ve maasli, diğeri de Lagimcibasi denilen komutanin emri altinda ve timarli olan iki kisma ayriliyorlardi.
Yer altinda yollar açarak fitil ve barutla kale bedenlerini yikan veya lagim açarak berheva eden lagimcilik, Osmanlı ordusunda çok gelismisti. Gerçekten, günümüzün istihkam sinifi diye adlandirabilecegimiz bu ocak hakkinda su ifadeler kullanilmaktadir: "XVIII. asra kadar Türk istihkamcisi, gerek teknik ve gerekse tabya bakimindan dünyanin mukayese edilemeyecek kadar en üstün istihkam sinifi idi. Bunu, o dönemin bütün Avrupali yazarlari ve taninmis generalleri teyid etmektedirler. Modem Avrupa istihkamciliginin kurucusu da Türklerdir. Türk istihkam teknigini ilk defa Fransizlar ögrenmis ve XIV. Louis devrinde tatbik etmislerdir. Daha sonra bu teknik bilgi, Avrupa ordulari tarafindan aynen iktibas edilmistir. (Lavisse-Rambaud, VI, 96) Avrupa istihkamciliginin babasi sayilan mühendis general Vauban, ilk defa Türkler'den ögrendigi tabya teknigini, 1673 senesinde Hollanda'nin Maestricht kalesi kusatmasinda kullanmis, basarili olmasi üzerine ayni asrın sonlarinda bu teknik, bütün Avrupa'ya yayilmistir. Vauban, Türk istihkam tabyasini Kandiye'de ögrenmisti."
Vazifesi, sadece tünel açmakla bitmeyen bu ocak, hem ordunun hem de agirliklarinin geçirilmesi için köprü yapmak ve gerekiyorsa mevcudlari tamir etmek gibi vazifelerle de yükümlü idi. Kale muhasaralarinda bunlarin bilgi, teknik ve faaliyetlerinden epey istifade edilmistir. Bu sayede zapti kabil olmayan pek çok kale, bu ocak mensuplarinin açtiklari tüneller sayesinde kolayca ele geçirilmisti. Nitekim Serdar-i Ekrem Köprülüzade Ahmed Paşa'nin 1078 (1667) senesindeki Kandiye kusatma ve fethinden bahs edilirken lagimcilarin burada ne denli hizmet ve yararliliklar gösterdigine temas edilir. Bu tarihten sonra da Osmanlıların lagimciligi yavas yavas gerilemeye baslamisti. Bu sebeple olsa gerek ki, 1207 (1792) de "Nizam-i Cedid" denilen yeni bir sistemle dönemine göre modern bir hale getirilmeye çalisildi. Bu maksatla ocak, biri lagim baglamak, diğeri köprü, tabya ve kale yapmak gibi mimari bilgi gerektiren iki kisma ayrildi.
Kapıkuku Süvarisi
Osmanlı kapikulu ordusunu teskil eden ikinci sinif askeri güç, Kapıkulu süvarisidir. Osmanlıların muvaffakiyetli hamlelerinde bu sinifin da büyük bir hissesi vardir. Osmanlı topraklan genisledikçe timarlar çogaliyor, timarlar çogaldikça da timarli süvari (sipahi)nin sayisi da artiyordu. Fakat bunlar, kendi timarlarinda ikamet ettiklerinden, basarilari mahdud kiliyordu. Bu bakimdan daha kurulus yillarindan itibaren devlet merkezinde, yeniçeriler gibi devamli ve maas alan bir süvari birliginin bulundurulmasi ihtiyaci hissediliyordu. Bu sebeple Sultan I. Murad döneminde, Rumeli Beylerbeyi olan Timurtas Paşa'nin yardim ve tavsiyesiyle ilk adim atilmis oluyordu. Önce "Sipah" ve "Silahdar" adi ile iki bölük olarak teskil edilen Kapıkulu süvarisine daha sonra "Sag Ulufeci" ve "Sol Ulufeci" (Ulufeciyan-i yemin ve yesar) ile "Sag ve Sol Garipler" (Gureba-i yemin ve yesar) ismi verilen dört bölük daha ilave edilerek Kapıkulu süvari ocağı alti bölüge yükseltilmis oldu.
Kapıkulu süvari sinifini meydana getiren efrad da devsirme çocuklari ile harplerde esir alinan çocuklardan meydana geliyordu. Bunlar da yeniçeriler gibi hükümdarin sahsina mahsus olan atli kuvvetler idi. Bunlardan vücutça uygun ve kabiliyetli olanlar, Istanbul, Edirne ve Gelibolu saraylarinda terbiye olunduktan sonra yedi senede bir "Bölüge çikmak" tabir edilen bölüklere verme islemi yapilirdi. Derece ve maas itibariyle yeniçerilerden daha yüksek olmalarina ragmen, idare üzerindeki nüfuzlari ve harplerdeki önemleri itibariyla onlar kadar ilerde degillerdi.
Kapıkulu süvari birliklerinden ilk ikisine "Bas", öbür ikisine "Orta", son ikisine de "Asagi bölükler" adi verilmisti. Bunlardan sipah bölügüne "Kirmizi bayrak", silahtar bölügüne "San bayrak", orta ve asagi bölükler için de Alaca bayrak" tabiri kullanilirdi.
Kapıkulu süvarileri, hükümdarla birlikte sefere gittikleri zaman onun sag ve solunda yürürlerdi. Sipah sagda, silahtar da solda bulunurdu. Sipahin saginda sag ulufeciler, silahtarlarin solunda da sol ulufeceler yürürlerdi. Bunlarin sag ve solunda da sag ve sol garipler yürüyorlardi.
Sipah ve silahtarlar, muharebe meydaninda padişahin çadirini (Otag-i hümayun), ulufeciler gerek muharebe esnasinda, gerekse konaklama yerlerinde saltanat sancaklarini, garipler ise ordu agirliklari ile hazineyi muhafaza ederlerdi.
Adi geçen "Alti Bölük" efradi, hayvan besledikleri için devlet merkezinden fazla uzak olmayan ve mer'asi bol yerlerde ikamet ediyorlardi. Bu yüzden bunlardan bir kismi Bursa ile Edirne, bir kismi da Istanbul ve civarinda ikamet etmek zorunda idiler. Kanuni Sultan Süleyman zamanindan baslamak üzere, bunlardan 300 kisi, sefer zamanlarinda devlet merkezinde bir çesit yaverlik yapmak vazifesi ile görevlendirilmislerdi. Mülazim adi verilen bu 300 kisi, baris zamanlarinda miri mukataalarin idaresi ile cizye cibayeti (toplanmasi) gibi islerle görevlendirilmislerdi.
Kapıkulu süvarilerini meydana getiren her bölügün amiri olarak ayri ayri agalari vardi. Bunlar, Sipah agasi, Silahtar agasi, Sag ulufeciler agasi gibi isimler aliyorlardi. Belge ve kanunnamelerde bu isimler aynen kullaniliyordu. Nitekim 18 Muharrem 973 (15 Agustos 1565) tarihli Semendire ve Belgrad'a kadar yol üzerinde bulunan kadilara gönderilen hükümde bu isimlerden ayni lafizlarla söz edilmesi bunun örneklerinden biridir. Protokol bakimindan bunlarin en ileride olani Sipah agasi oldugu gibi, bunun komutasinda bulunan bölük de en itibarli bölük idi. Agalardan baska her bölügün bölükbasilari, kethüdalari, kethüda yeri, katip ve kalfa isimlerini tasiyan bir komuta heyeti ile basçavus ve çavus adlarinda küçük rütbeli zabitleri vardi.
Kapıkulu süvarilerinin kullandiklari silahlar, genellikle o dönemde her kavim ve millet tarafindan kullanilan silahlardi. Bunlarin orijinalligi, silahlarin imal ve kullanilmasinda idi. Türk silahlarinin daha hafif, yani tasinma ve kullanilmasinin kolay olmasi bir üstünlük sagliyordu. Hafif silahlar grubuna giren bu silahlar, ok, yay, kalkan, harbe veya mizrak ile bele takilan balta, pala veya hançerle atlarin eger kasina asilmis olan gaddare denilen genis yüzlü kisa bir kiliç ve bozdogan ismi verilen yuvarlak basli bir agaç topuzdu. Kapıkulu süvarilerinin bellerindeki ok keselerinde (sadak) oklari vardi. Muharebelerde, bu silahlardan duruma göre uygun olanini kullanirlardi. Bu süvarilerin üzerlerinde çelik zirhli gömlekler vardi. Kalkanlari ise elbise ve basliklarinin renginde boyanmisti. Muharebelerde yanlarinda yedek hayvanlari da bulunurdu.
Sultan III. Murad döneminden önce hariçten bir kimsenin giremedigi bu ocaga, adi geçen hükümdar zamaninda, disardan iltihaklar basladi. Ocak teskilati bozulduktan sonra "veledes" denilen süvari ogullari da ocaga alinmaya baslamisti. Kanuni Sultan Süleyman zamaninda sayilan yedi bin kisi civarinda iken, hariçten ocaga girenler yüzünden bu sayi yirmi bini bulmustu. Bilahere Kaptan-i Derya Kara Murad Paşa'nin, ocaklari, Ibsir Paşa aleyhine kiskirtmasi sonucunda süvari mevcudu, ocaktan tard edilmis olanlari da tekrar almak suretiyle elli bine ulasmisti XVII. asrın ortalarinda, vezir olarak Osmanlı Devleti'ne hizmet etmis bir aile olan Köprülüler iktidara geçince, devletin inhitatini uzunca bir süre yavaslatmaya ve hatta durdurmaya basladiklari gibi bazi islahat hareketlerinde de bulunmaya tesebbüs etmislerdi. Iste bu dönemde, süvari bölüklerinde yapilan tenkisatla sayilan on bes bin civarina indirilebilmisti. Bunlarin, yaptiklari bazi isyanlari da bastirilinca takibata ugradilar. Bunun üzerine önemleri kalmayan bir sinif haline geldiler. Zaman zaman zorbaliklar yapan ve isyan eden bu askeri birliklerin, Dördüncü Murad ile Köprülü Mehmed Paşa'dan yedikleri iki büyük darbe, bunlari önemsiz bir hale getirmisti. Hezarfen Hüseyin Efendi, bunlarin, bu dönemdeki sayilarini su rakamlarla bize aktarmaktadir. Ona göre Sipah bölügü 7203, Silahtar bölügü 6254, Ülufeciyan-i yemin 488, Ulufeciyan-i yesar 488, Gureba-i yemin 410, Gruba-i yesar 312 olmak üzere toplam 15155 kisiye kadar yükselmektedir.
XVIII. asırdan itibaren sayi ve güçleri giderek zayiflayan Kapıkulu süvarisi de "Vak'a-i Hayriye" diye adlandirilan ve yeniçeriligin ortadan kalkmasiyla sonuçlanan olayda lagv edildiler. Yeniçerilerin bu siralardaki serkeslik ve isyanlarina katilmayan bu ocak mensuplarindan, isteyenlerin yeni kurulan modem süvaride vazife almalarina müsaade edilmisti.
Eyalet Askerleri
Osmanlı kara ordusunun ikinci kismini meydana getiren, devletin büyümesinde, gelismesinde ve sinirlarini genisletmesinde önemli derecede rolü bulunan askeri kuvvet, eyalet askerleridir. Bunlan : Yerli Kulu, Serhad Kulu, ve Timarli Sipahiler olmak üzere 3 grup halinde ele alabiliriz.
Yerlikulu
Yerli Kulu piyadesi, eyalet pasalari ile sancak beylerinin komuta ve idaresinde bulunan, komutanlari da bunlar tarafindan tayin olunan muntazam ve disiplinli bir askeri siniftir. Rikab-i Hümayundaki askere Kapıkulu dendigi gibi, devlet merkezinin disinda bulunan bu askere de Yerli Kulu denmekteydi. Hizmet gördükleri müddetçe maas alabilen bu askeri sinifin iasesi, eyalet veya sancak beyi vasitasiyle veyahutta devlet hazinesinden verilirdi. Bu sinifa dahil askerleri de gördükleri hizmetlere göre: 1 Azepler, 2 Sekban ve tüfekçiler, 3 Icareliler, 4 Lagimcilar, 5 Müsellem'ler olmak üzere bes gruba ayirmak mümkündür.Azepler
Yerlikulu askerinin ilk sinifini meydana getiren azepler, harplerde büyük hizmetler görüyorlardi. Ordunun ön saflarinda yer almalarindan dolayi düşman taarruzuna en çok onlar maruz kaliyorlardi.
Kelime olarak "bekar" demek olan azep tabiri, Osmanlı askeri teskilatinda: bekar, güçlü ve kuvvetli olan gençlerden meydana getirilmis bir askeri sinif için kullanilmaktaydi.
Klasik Osmanlı ordusunda azepler, Anadolu'daki Müslüman Türklerden kurulu hafif piyade askeri birligidir. Bununla beraber yine ayni adi tasiyan ve 1450'den sonra Fatih Sultan Mehmed tarafindan teskil olunan kale azepleri de vardir.
Osmanlıların ilk dönemlerinden itibaren XVI. asrın yarisina kadar meydana gelen harplerde hafif okçu kuvvetlerine ihtiyaç vardi. Bu bakimdan, harp esnasinda ne kadar azebe ihtiyaç varsa tesbit edilirdi. Tesbit edilen miktar, sancaklara taksim edilirdi. Böylece ihtiyaca göre 20 veya 30 hane (ev)den bir azep istenirdi. Istenilen azebin bekar, güçlü ve kuvvetli olmasi lazimdi. Sancaga bagli kazalardan seçilen her azebin ücret ve masrafi onu seçen yere ait olup bu, XV. asrın sonu ile XVI. asırda her azeb için 300 akça tutmakta idi. Her azebin, askerden kaçmamasi için bir kefili vardi. Kaçtigi takdirde masraf bu kefilinden alinirdi. Azeplere verilecek para, azeb alinan yer ile halkinin servetine göre tahsil edilirdi. Sefer hazirligi esnasinda azeplerin toplanmasina "Azep çagirtmak" denirdi. Bunlarin maaslari olmadigindan harp zamanlarinda bütün vergilerden muaf sayilirlardi.
Ok, yay ve pala gibi hafif silahlarla donatilmis olan azepler, ordunun ön saflarinda bulunduklarindan ilk olarak onlar düşman hücumuna maruz kalirlardi. Bunlarin gerisinde toplar, onlarin arkasinda da yeniçeriler yer alirdi. Savaş basladigi zaman azepler saga sola açilmak suretiyle topçunun rahat ates etmesine imkan saglarlardi.
Bahsimize konu teskil eden ve iki asırdan fazla büyük hizmetler ifa eden hafif piyade azepleri, XVI. asır ortalarinda, Kanuni Sultan Süleyman saltanatinin sonlarina dogru ilga edildiler. Kale azepleri ise 1826 senesine kadar hizmetlerine devam ettiler.
Sekban ve Tüfekçiler
Yerlikulu piyadelerinden olan sekbanlar, askere ihtiyaç hasil oldugu zaman, gönüllü olarak toplanan köy halkindan olduklari için, diğer birlikler gibi saglam bir askeri egitime sahip degillerdi. "Salyane"den kurtulmak için zaman zaman Hiristiyanlar bile bu birlige istirak edebiliyorlardi. Bunlar, bulunduklari bölgenin pasasindan baskasini tanimazlardi. Hizmet gördükleri müddetçe ulufe alirlardi. Sekbanlar, "Bayrak" ismi ile siniflara ayrilirlardi. Sekban bölükbasisi ve Bayraktar adinda subaylari vardi. Bunlar, silah olarak kiliç kullanirlardi.
Zamanla sekbanlarin önemleri azalinca bunlarin yerini "Tüfekçi" adi ile yeni bir piyade sinifi aldi. Her elli-altmis tüfekçi bir bayrak kabul edilerek, "Gönüllü zabiti" adi verilen bir subayin komutasi altinda bulunurdu. Her sancak veya eyaletteki tüfekçi bayraklari, "Tüfekçi basi" adi verilen bir subayin komutasina verilirdi. Önemli eyaletlerden üçer veya beser tüfekçi basi varsa, bunlardan biri bas seçilerek adina "Serçesme" denirdi.
İcareliler
Hudud boylarinda bulunan şehir ve kalelerde istihdam edilen yerli topçulardan meydana getirilen bir siniftir. Ücretle vazife gördüklerinden dolayi kendilerine bu isim verilmistir. Komutanlari, topçulugu iyi bilen ve "Topçu agasi" adi verilen bir kimsedir. Topçu agasi, eyalet pasalarinin komutasinda bulunmak üzere payitahttan gönderilirdi.
Lağımcılar
Yerlikulu askerinin bir bölümünü teskil eden bu sinif, hududa yakin bulunan önemli bazi kalelerin aniden muhasara edilmesi düsünülerek kurulmus bir siniftir. Ayrica düşman tarafindan kazilacak hendek ve tünellere mukabil hendek ve tünel kazmak suretiyle harbi kazanmak gayesi güdülmüstü. Kapıkulu ocaklarindan olan Lagimcilarla ayni vazifeyi görmelerine ragmen bunlarin durumlari daha farkli idi. Zira bunlar, baris zamanlarinda da bagli bulunduklari kalelerde bulunuyor ve genellikle Hiristiyan tebeadan meydana getiriliyorlardi. Bunlar, devlet merkezinden gönderilen ve "Lagimcibasi" denilen bir subayin komutasina verilmislerdi.
Müsellemler
Osmanlı Devleti'nde, pek çok görevi yerine getiren müsellemler, harp zamanlarinda ordunun geçecegi yollan temizlemek, köprüleri tamir etmek ve yol açmak gibi hizmetlerle de mükellef idiler: Buna karsilik baris zamanlarinda bütün vergilerden muaf sayiliyorlardi. Zaten bu ismi bu yüzden almislardi. Rumeli'de genellikle Hiristiyan tebeadan olan müsellemlere karsilik, Anadolu'da Müslüman tebea istihdam olunurdu. Bunlara "Yörük" ismi verilirdi.
Serhad Kulu
Osmanlı kara ordusunun, önemli bir bölümünü meydana getiren eyalet askerlerinin bu ikinci sinifi olan Serhad kulu da, hizmet ve durumlarina göre ayri kategorilerde mutalaa edilmistir. Bu sinif: Akıncılar, Deliler, Gönüllüler ve Besliler olmak üzere daha küçük birliklere ayrilmislardir.
Akıncılar
Serhad kulu grubunun en önemli birligini akıncılar teskil ederdi. Müslüman Türklerden meydana getirilen hafif süvari kuvvetlerine verilen bu isim, 500 sene sonra Avrupa'da "komando" olarak ortaya çikacaktir.
Serhad denilen hudud boylarinda bulunan akıncılar, fevkalade disiplinli bir teskilata sahiptiler. Bunlar, atlarla düşman içlerine kadar sokulur, gerek bizzat gördükleri, gerekse düşmandan elde edilen esirler vasitasiyla ögrendikleri bilgileri degerlendirerek önemli bir istihbarat agi kurmuslardi. Öncü kuvvetler olduklari için, ordunun kesif hizmetlerini görüyorlardi. Bundan baska onlar, düşman topraklarindaki araziyi tedkik ederek orduya yol açiyorlardi. Çok seri hareket ettikleri için, düşmanin pusu kurmasina imkan vermiyorlardi. Ayrica ordunun geçecegi yerlerdeki mahsulü korumak suretiyle ekonomik bir fayda da sagliyorlardi. Akıncılar, esir almak suretiyle bölgede bulunan nehirlerin geçit yerlerini de ögreniyordu. Bunun içindir ki akıncılar, esas ordudan dört bes gün daha ileride bulunurlardi. Günümüzün motorize birlikleri gibi pek seri ve sür'atli hareket ettikleri için, düşmana karsi dehset saçar ve onlarin maneviyati üzerinde çok etkin psikolojik tesirde bulunurlardi.
İslami suurdan kaynaklanan bir ruha sahip olan akıncılarin, ordunun basarisi için yaptiklari akinlarda, pekçok esir aldiklari bir gerçektir. Akıncı anlayisina göre savasmak (cihad yapmak) hem dini hem de milli bir vazifedir.
Hafif süvari birlikleri olduklarindan, düşman kale ve ordusu üzerine varmayan akıncılar, ordu için yollan açiyorlardi. Bu yollarin birkaç yönden açilmasi gerekiyordu. Ordunun hedefi olan ülke, hem maddi hem de manevi bir sekilde yipratilmali idi. Düsmanin, maddi güç kaynaklari yok edilmeli, ekonomisi ile ordusu hirpalanmali idi. Halka korku salip onlarin manevi güçlerini kirmak gerekiyordu. Elde edilmesi mümkün olan her türlü gizli bilgi elde edilmeliydi. Akıncılarin açtiklari bu yol ve verdikleri hizmetten sonra, Padisah veya Serdar-i Ekrem asil ordu ile gelip harp ederlerdi.
Akıncılar içinde devsirme yoktur. Bu sinifa, Arnavut ve Bosnak gibi, Osmanlılar vasitasiyle Müslüman olanlar da alinmazdi. Akıncı olabilmek için Osmanlı Türkü olmak gerekiyordu. akıncı beylerinin çogu, Osman Gazi'nin arkadaslari olan maruf komutanlarin çocuklaridir. Akıncı beyleri, istediklerini ocaga alir, istemediklerini de almazlardi. Bu konuda Divan anlari tamamiyla serbest birakmisti. Bu yüzden Divan, onlarin bu tasarruflarina karismazdi. Akıncı ocağı beyleri, genis bir yetkiye sahip ve dogrudan dogruya padişahtan emir alan kimselerdi.
Büyük bir kismi, Avrupa ve Balkan halklarinin dillerini çok iyi biliyordu. Bu sebeple sinirlarin ötesinde kendilerine bagli birçok ajanlari vardi. Bu ajanlar sayesinde akıncılar, Orta Avrupa ve ötesi hakkinda günlük bilgileri elde edebiliyorlardi. Bu sekilde hareket etmek, onlar için bir zorunluluktu. Aksi takdirde girisecekleri akin bir felaketle sonuçlanabilirdi.
Her biri ayri bir komutana bagli bulunan akıncı birlikleri, ayri ayri yerlerde ikamet ediyorlardi. On kisilik akıncı birliginin komutanina onbasi, yüz kisilik birlik komutanina yüzbasi, bin kisilik birligin komutanina da binbasi deniyordu. Bütün bunlarin üstünde de "Akıncı beyi" denilen akıncı komutani vardi ki, buna akıncı sancakbeyi denirdi.
Düsman ülkesine yapilan bir akinin, akin adim alabilmesi için o taarruzun akıncı komutanlarinin emrinde olmasi lazimdi. Akıncı komutani kendisi sefere istirak etmez, gönderdigi birlik te 100 veya daha fazla kisiden meydana geliyorsa buna "Haramilik", 100 kisiden daha az ise buna da "Çete" denirdi. Hazar zamaninda (harb olmadigi zaman) akıncılar, kendi is ve talimleri ile mesgul olurlardi. Düsman ülkesine yapilan akinlar, gelisigüzel degil, bir plan ve program dahilinde olurdu.
Rumeli'de ayri ayri ocaklar halinde bulunan akıncılar, komutanlarinin isimleri ile anilirlardi. Osmanlılar'in ilk fetihleri zamaninda Evrenos Bey akıncılari vardi. Daha sonra Mihalogullari, Turhan ve Malkoç Bey akıncılari meydana çikti. XVI. asır sonlarina kadar söhretlerini muhafaza eden akıncılar, Osmanlı fetihlerinde önemli rol oynamislardi. Genelde Akıncılar, Rumeli sinir boylarinda kullanilmakla birlikte zaman zaman Anadolunun dogusunda da istihdam edilmislerdir.
Savaşlarda basarili olan akıncılara dirlik tahsis edilince timarli akıncılar ortaya çikti. Böylece akıncılar, timarli ve vergiden muaf olanlar diye iki gruba ayrilmis oldular. XVII. asır baslarindan itibaren vergiden muaf olanlar, bazi kadilar tarafindan vergi vermeye zorlanmis görünmektedirler. Merkezden gönderilen emirlerle kadilarin bu neviden davranislarindan vaz geçmeleri istenmektedir. Nitekim 1014 (1605) senesine ait bir hükümde söyle denilmektedir:
"Akıncı taifesinin sakin olduklari yerin kadilarina hüküm ki, kadimu'l-eyyamdan olan sefer-i hümayunuma eser akıncı taifesi sefere estikleri (sene) umumen avanz-i divaniye ve tekalif-i örfiyeden muaf ve müsellem olmak babinda emr-i serifim varid olmus iken, haliya taife-i mezbureye kudat tarafindan tekalif çektirilmekle, sefere ihraç olunmak lazim geldikte taife-i mezbure sair reaya gibi hem tekalif çekeriz ve hem sefere teklif idersiz deyü sefere gitmekte taallul ettikleri ilam olundu. Imdi taife-i mezbure memur olduklari sefere gelüp hizmet ettiklerinden sonra tekalif ile rencide olunmamak ferman olunmustur."
Akıncılarin silahlan, bir zirhli gögüslük ve yaka ile mizrak, kalkan ve atlarinin egerine takili basi topuzlu bir bozdogandi. Akıncılarin tamami zirh kullanmazdi. Bunlarin yiyecekleri ve kaplari da kendileri gibi hafifti. Atlarinin egerine asili birer küçük kushane ile yemek islerini görürlerdi. Çogu zaman bu tencerede pirinç, kavurma veya koyun pastirmasini pisirirlerdi.
XVI. asır sonlarina kadar Bati'da önemli hizmetlerde bulunan akıncılarin sayisi, zaman ve sartlara bagli olarak azalip çogaliyordu. Nitekim 1530 Budin ve 1532 Alman seferinde sadece Mihaloglu Mehmed Bey'in komutasinda 50 binden fazla akıncı vardi.
Eflak Beyi Mihal'in isyanindaki harekatta (1595), Vezir-i A'zam Sinan Paşa'nin tedbirsiz hareketi sonucu adeta mahv olurcasina zayiat veren akıncılar, bundan sonra pek fazla is yapamadilar. Gerçi XVII. yüzyılin ilk yarisi içinde cüz'i bir kuvvetle bazi muharebelerde görünmüslerse de eski kuvvet ve kudretlerine ulasamadilar. Bundan sonra akıncılarin vazifesi, Tatar ve Kirim Hani kuvvetleri tarafindan görülür olmustu. Varligini ismen de olsa uzun süre devam ettiren akıncılik, 1826 yilinda resmen ortadan kaldirilmisti.
Deliler
Serhad kulu askerinin bir bölümünü de "Deliler" teskil ediyordu. Bunlarin büyük bir kismi Türk'tü. Öncü birliklerden olan ve deli denilen bu atlilar da akıncılar gibi gözünü budaktan sakinmiyorlardi. Gerçekten bu sinifa mensub olanlar, öyle bir cesarete sahip idiler ki, asır "delil" demek olan bu tabir, cesaretlerinden dolayi halk arasinda "deli" olarak meshur olmustu. Iri yan ve cesaretli kimselerden meydana gelen bu hafif süvari birligi, ocaklarini Hz. Ömer'e kadar dayandirirlar. Fevkalade cesaret, atilganlik ve korkunç kiyafetleri ile düşmana dehset veren Deliler, hep galip gelirlerdi. Bu sinif askeri birligin parolasi "yazilan gelir basa" seklinde idi. Böyle bir anlayis ve suura sahip olduklari için hiç bir tehlikeden çekinmezlerdi.
Sancak beyi veya beylerbeyi maiyetinde olan delilerde, akıncılarin bütün silahlan vardi. Bunlarin her ellialtmis kisisi "bayrak" adi ile bir birlik meydana getiriyordu. Bu birliklerin birkaç tanesi "Delibasi" adinda bir subayin komutasinda idi. Birkaç delibasinin askerleri de "Alaybeyi" veya "Serçesme" denilen daha yüksek rütbeli bir subayin komutasina havale edilmislerdi.
XVI. asırlardan önce pek görülmeyen bu askeri birlik, Türklerden baska Bosnak, Sirp ve Hirvat gibi Müslüman olmus cengaverlerden meydana gelmisti. Bunlar, tamamiyle Rumeli halkindan olduklari için orada bulunurlardi.
Baslarinda, benekli sirtlan derisinden yapilmis ve üzerine kartal kanatlari takilmis bir baslik bulunurdu. Salvarlari kurt veya ayi derisinden olup tüyleri disarda idi. Bu kiyafetleri ile deliler, düşmana büyük bir korku verirlerdi.
Devlette, zaaf belirtilerinin görüldügü XVIII. asırdan itibaren bu askeri birlik de önemini kayb etti. Yeniçerilerin ortadan kaldirilmasi ile bunlar da lagv edildi.
Serhad kulu askerini teskil eden "Gönüllü" ve "Besliler" diye iki ayri birlik daha vardir. Hafif süvari birlikleri olan bu birlikler, zamanlarina göre önemli hizmetler ifa etmislerdi. Bunlar, hududlardaki şehir ve kasabalarin muhafazasina memur edilmislerdi. Bu birlikler, ulufelerini bulunduklari yerin maliyesinden aliyorlardi. Atli ve tüfekli olan gönüllü sinifi sag ve sol gönüllüler diye ikiye ayriliyorlardi. Besliler de sag ve sol besliler diye ayrildiklari gibi "Cemaat-i besluyan-i evvel", "Besluyan-i sani", "Besluyan-i salis" ve "Besluyan-i rabi" gibi isimler alirlardi.
Tımarlı Sipahiler
Osmanlı eyalet kuvvetlerinin en kalabalik ve önemli sinifini timarli sipahi denilen atli birlikler meydana getiriyordu. Devletin büyüyüp gelismesinde baslica rolü oynayan toprakli ve timarli süvari teskilati, daha önceki Müslüman Türk devletlerinde de vardi. Osmanlılar, bu sistemi daha da gelistirmislerdi. Bu sayede Osmanlılar, bir taraftan topragin islenmesini saglarken, öbür taraftan devletin atli ihtiyacini gideriyorlardi. Bu manada kendilerine dirlik verilmis olan toprak sahipleri, buna mukabil devletin muhafazasini üzerlerine almislardi. Kuruluş döneminden itibaren devam edegelen bu sistem, uzun müddet devam etmisti. Böylece devletin asker ihtiyaci, kendilerine timar vermek suretiyle halk tarafindan karsilaniyordu.
Dirlik verilen timar sahibi, elindeki imkanlardan istifade ile "Cebelu" veya "Cebeli" denilen bir askeri güç bulundurmak zorunda idi. Timarli sipahilerin besleyecekleri asker (cebelu) sayisi, timarin gelirine göre degisiyordu. Sefer esnasinda timar sahibi olan sipahi, cebeluleri ile birlikte harbe istirak etmek zorunda idi. Aksi takdirde geri verilmemek üzere timari elinden alinirdi. Mesru bir mazeretinden dolayi gelemeyen veya beylerbeyinin emri ile güvenlik mülahazasiyla yerinde kalip sefere istirak etmeyenler için böyle bir ceza uygulanmazdi. Atli olan bu askeri sinif, binicilikte ve kiliç kullanmada son derece maharet sahibi idi. Piyadelerin korunmasi bunlarin sayesinde mümkün oluyordu.
Cebeluler, genellikle Anadolu gençlerinden teskil ediliyorlardi. Bununla beraber bazan sipahinin para ile satin aldigi veya savaslarda esir etmis oldugu kimselerden de olabilirdi. Cebelunun bütün masrafi "sahib-i arz" da denen timar sahibine aitti. Sipahi, kendi bölgesinde veya bagli bulundugu sancak dahilinde oturmak zorunda idi.
Timarli sipahiler her sancakta bir kisim bölüklere ayrilmislardi. Her bölügün "Subasi" denilen çeribaslari ile bayraktar ve çavuslari vardi. Timarli sipahilerden her on bölük (bin kisi) bir alaybeyinin komutasi altinda bulunurdu. Alaybeyleri ise sipahileri ile birlikte bagli bulunduklari sancakbeylerinin, onlar da eyalet valisi olan beylerbeyinin komutasi altinda sefere giderlerdi. Timarli sipahilerin iyi atlari, kiliç, kargi, kalkan ve oklari ile baslarinda migfer, üstlerinde de zirh bulunurdu. Savaş esnasinda ordunun sag ve solundaki kanatlari teskil ederek hilal seklini almak suretiyle yandan gelecek saldirilara karsi merkezi muhafaza ediyorlardi. Savaşta ölen sipahinin çocuklari devlet tarafindan himaye edilir ve çocuklarindan birine dört bin, ikincisine üç bin akçalik timar baglanirdi.
Bilindigi gibi miri arazi rejiminin bir sonucu olarak ortaya çikan dirlik sisteminde sipahi, topragin gerçek sahibi degildir. Bu sebeple o, tasarruf hakkini elinde bulundurdugu araziyi herhangi bir sekilde satamayacagi gibi varislerine miras da birakamazdi. O, devlet tarafindan belli hizmetler karsiliginda kendisine verilen araziyi kullanma (tasarruf) yetkisine sahiptir. Kanunnamelerle belirlenen kaidelerin disina çikamaz. Bu bakimdan, vazifesini kötüye kullandigi veya timarinda çalisanlara (reaya) zulm ve teaddi ettigi kesin olarak belirlenen sipahinin topragi elinden alinirdi. Kendisi ayrica cezaya da çarptirilirdi. Bununla beraber sipahinin seferde ölmesi halinde timari çocuklarina kalirdi. Nitekim daha Osman Gazi zamaninda, sipahi, çocuklari ve timarla ilgili bazi kanunlarin yürürlüge girdigi bilinmektedir. Asikpasazade'nin ifadesine göre ölen dirlik sahibinin timari, ogluna verilecektir. Sayet ölen kimsenin oglu küçük ve sefere gidemeyecek yasta ise, o zaman onun yerine hizmetçileri sefere gideceklerdir. Böyle bir uygulama, seferdeki sipahiye daha bir kuvvet kazandiriyordu. Insan ruh dünyasinin karmasik isteklerinden biri de kendinden sonra evlatlarina bir seyler birakma arzusudur. Binaenaleyh, tam anlamiyla maliki olmasa bile öldükten sonra topraginin kendi çocuklarina intikal edecegini bilen bir sipahi, sefer esnasinda cephe gerisinden emin demekti. Bu da ona ayri bir güç veriyordu. Çünkü ölse bile, devletin kendi çocuklarini koruyacagini biliyordu. Bu bilgi, ona bir dinamizm veriyordu.
Kanuni Sultan Süleyman'in son zamanlarina kadar Türk ordusunun en güçlü askeri olan timarli sipahi, bilhassa XVI. yüzyılin sonlarindan itibaren bu sinifin arasina da yabancilarin girmesiyle yavas yavas bozulmaya yüz tutmustu. Bunlarin, disiplinli ve muntazam olmalari, Kapıkulu ocaklari ile bir denge sagliyordu. Timarlarin önemlerini kayb etmesi, timarlarin muharib olmayan siniflara verilmesi ve bazi timar gelirlerinin mukataa-i miriye adi ile hazineye aktarilmasi, bunlarin nüfuzlarinin azalmasina sebep oldu. Keza, XVII. yüzyılin ortalarindan itibaren hizmet bölüklerinin kaldirilmasi üzerine timarli süvariler, adeta yaya, müsellem ve yörükler gibi top, cephane ve diğer harp levazimatini, nakl etmek, kalelere zahire götürmek, tamir islerinde hizmet görmek ve benzer daha nice geri hizmetleri ile vazifelendirildiler. Bu uygulama, teskilat için ikinci bir darbe oldu.
XVII. asır baslarina kadar Anadolu ve Rumeli'deki timarli sipahilerle, bunlarin kanunen beraberlerinde harbe götürmeye mecbur olduklari "Cebelu" sayisi 90 binden fazla iken bu miktar, sonralari üçte bire inmisti. Timarli sipahi askerinin azalmasi sonucunda valiler, kapilarinda besledikleri derme çatma levend, sarica, sekban gibi kuvvetlerle bunlarin yerlerini doldurmaya çalistilar.