İLK ÇAĞLAR ve FELSEFE ÖNCESİ MİTOLOJİK ÇAĞ
Anadolu (Küçük Asya) üç tarafının denizlerle çevrili olması, Asya, Avrupa ve Afrika arasında, deniz ve karadan kolayca bağlantı kurulması, olumlu iklim şartları, verimli toprakları, bol su kaynaklarına sahip olmasından dolayı tarih boyunca göç ve istilaya uğramıştır. Anadolu’ya yerleşen kavimler sahip oldukları kültür ve medeniyeti beraberlerinde getirdiler. Çevrede kurulan Mısır, Sümer, Ege ve Yunan medeniyetleri ile de etkileşimleri olmuştur. Tarihçiler yazının kullanılmaya başladığı, M.Ö. 3000’li yıllardan öncesini “Tarih Öncesi Çağlar” olarak nitelendirmişlerdir.
1. 1. ESKİ TAŞ ÇAĞI (M.Ö. 600.000 – 5.500)
Eski Taş Çağı, Orta Taş Çağı ve Yeni Taş Çağı olmak üzere üç bölümde incelenir. 600.000 – 10.000 yıllarını kapsayan eski taş çağı buzul çağına rastlar ve insanın düşünen bir hayvan olarak yavaş yavaş gelişmeye başladığı çağdır. Yarım milyon yılı aşan bu evrede, ateş bulunasıya kadar toplayıcılıkla geçinilmiş, daha sonra balta ve bıçaklar kullanılmış, son dönemlerde taştan, fildişinden heykelcikler ve çok başarılı mağara resimleri yapılmıştır. 10.000 – 8.000 yılları arasındaki orta çağda, taş aletler daha çeşitli ve kullanışlıdır. Köpek ilk evcil hayvan olarak görülür. 8.000 – 5.500 yılları arasındaki yeni taş çağında insan yerleşik hale geçmiştir. Dünyanın bir çok yerinde bulunan bu yerleşim yerlerinin Anadolu’da bulunanları Çayönü (Diyarbakır), Çatalhöyük (Konya), Hacılar (Burdur), Norşuntepe (Elazığ) ve Köşkhöyük (Niğde)’tür.
1. 2. MADEN - TAŞ ÇAĞI (Khalkolitik) (M.Ö. 5.500 – 3.000)
Hacılar yerleşiminin 5. katında taş aletlerin yanı sıra, bakır aletlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Dokuma ve seramiğin de ortaya çıkmasıyla ticaret başlamış, sembol ve resimli işaretler biçimindeki hieroglyph (kutsal yazı) ortaya çıkmıştır. M.Ö. 3000. yıllarında, Sami kavimlerinin göç ettiği bilinmektedir.
1. 3. TUNÇ ÇAĞI (M.Ö. 3.000 - 1200)
Kalay ve bakırın karışımından oluşan tunç, alet ve kap yapımında kullanılmıştır. Mezopotamya ve Mısır’da yazı kullanılırken henüz Anadolu’da kullanılmamıştır. Bundan dolayı tunç çağı deyimi Anadolu, Hellas (Yunanistan), Balkanlar ve Avrupa için geçerlidir.
1. 4. ANADOLU’DAKİ İLK MEDENİYETLER
M.Ö. 3000 yıllarında Anadolu’ya Sami kavimlerinin geldiği bilinmektedir.
1. 4. 1. Hattiler (M.Ö. 2500 – 1700)
Anadolu yarımadasının bugün için bilinen en eski ismi “Hatti Ülkesi”dir. Orta Anadolu’da küçük krallıklar halinde yönetilmiştir. İlk defa Mezopotamya yazılı kaynaklarında bu isme rastlanır. Hatti uygarlığı ön tarih (protohistorik) uygarlığıdır. Hititler daha sonra gelmiş bir Hint – Avrupa kökenli kavimdir. Mezopotamya’daki yazılı örneklerde mevcut olan az sayıdaki Hattice kelimelerden, Hattice’nin, Hint – Avrupa ve Sami dillerinden tamamen farklı olduğu anlaşılmaktadır. Anadolu yerleşmelerinin sürdürdüğü barış içindeki yaşam, 2100 – 1700 yılları arasındaki Hint – Avrupa’lı kavimlerin Anadolu’ya göçü, korkunç bir saldırı ile son buldu. Alacahöyük ve Boğazköy kalın bir yangın tabakası ile örtülü olup diğer yerleşimlerde de şehir hayatının son bulduğu gözlenmiş veya saldırı izlerine rastlanmıştır. 2250 –2000 yılları arasında Atlantik Okyanusu’ndan Hindistan’a kadar uzanan topraklar üzerinde, bilinmeyen bir sebeple güneye doğru göç etmişlerdir. Bu göç esnasında, adlarını sonradan almış olan Cermenler, Latinler, Helenler gibi kavimler farklı zamanlarda, şimdiki yurtlarına yerleşmişlerdir. Bu arada Anadolu’ya gelen Hint – Avrupalıların bazı bölükleri de Kafkasya ve Balkanlar üzerinden gelmişlerdir.
1. 4. 2. Hititler (M.Ö. 1660 – 1190)
Hatti uygarlığından sonra, 2100 – 1700 yılları arasını kapsayan dönemde, Hatti ve Hitit kavimleri beylikler halinde yaşamışlar, 1660 yıllarında kral I. Hattuşili zamanında devlet haline gelmişlerdir. Çivi yazısı kullanmışlar ve Suriye toprakları için Mısırlılar’la girdikleri savaşı kaybedince, Kadeş antlaşmasını imzalamışlardır. Kadeş savaşından sonra imzalanan bu antlaşma, tarihte bilinen ilk antlaşmadır. Asillerden oluşan “pankuş” adlı bir meclis vardı ve bu meclis kralın yetkilerini kısıtlıyordu. Kraldan sonra en yetkili kişi “tavanna” adlı kraliçe idi. Hititler “anal” adını verdikleri, krallarının hayatını anlatan yıllıkları ile tarafsız tarih yazıcılığını başlatmışlardır. (1)(1) AKURGAL Ekrem, Anadolu Kültür Tarihi, Ankara 1997, s. 15, 16, 17, 49-53.
1. 4. 3. Frigler (M.Ö. 750 – 676)
Frigler, Ege göçleri ile Anadolu’ya gelen Balkan kökenli boylardan biridir. Ancak siyasi bir topluluk olarak ilk defa M.Ö. 750 yılından sonra ortaya çıkmışlardır. Midas döneminde ise M.Ö. 725-695 /675) bütün Orta ve Güney Anadolu’ya egemen güçlü bir krallık düzeyine ulaşmışlardır. Başkentleri Gordion’du. (Polatlı) Hint-Avrupa kökenli oldukları halde, kısa bir süre içinde Anadolululaşmışlardır. Ana tanrıça “Kibele”ye inanmışladır. Bir yandan Helen, öbür yandan geç Hitit etkileri altında kalmış olmakla beraber, özgün ve Anadolulu bir kültür oluşturmuşlardır. Friglerin, maden ve ağaç işçiliğinde, dokumacılıkta ürettikleri eserler, Helen piyasasında beğeni kazanmış ve Helenli ustalar tarafından taklit edilmişlerdir. Frigler Helenlere müzik alanında da esin kaynağı olmuşlardır. M.Ö. 8. yüzyılda en parlak dönemini yaşayan Frigler, İskitlerin baskısı sonucu Kafkasya tarafından Anadolu’ya inen Kimmerler tarafından yıkıldılar.
1. 4. 4. Lidyalılar
Friglerin M.Ö 676 yılında Kimmerler’ce yıkılmasını fırsat bilen kral Gineds başkenti Sardes olan, bağımsız bir devlet kurdu. Gediz ve Menderes ırmakları arasındaki bölge Lidya ismiyle anılır. Pers istilası sonucu yıkılmışlardır.
1. 4. 5. Truva Savaşı
Yukarıda bahsettiğimiz medeniyetlerin dışında, Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde Urartu, Girit adasında Knossos ve İzmir, Foça, Milet, Efes ve Bodrum civarlarında kurulan İyon medeniyetleri, Anadolu kültür, sanat ve medeniyetinin oluşmasında pay sahibi olmuşlardır.
Bilim adamları tarafından M.Ö. 1200’lü yılların başlarına tarihlenen Truva Savaşı, Aka’lar ismi ile anılan Mora Yarımadası (Peleponnes) Yunanistan (Hellas) ve Batı Trakya (Teselya) bölgelerindeki şehir devletleri ile Anadolu’da yaşayan devletlerin savaşıdır. Çanakkale’de gerçekleşen savaş hakkında en ayrıntılı bilgiyi bize Homeros’un “İlyada” destanı vermektedir. Hıristiyanlığın ortaya çıkmasına kadar kutsal kitap olarak değerlendirilmiştir. Savaşın anlatımının yanı sıra antik çağ tanrıları ve inançları hakkında da bilgi veren bir kitaptır. İyonyalı Homeros bu eseri savaştan 400 yıl sonra M.Ö. 800’lü yıllarda oluşturmuştur. Yüzyıllardır efsane olarak kabul edilen bu savaş, arkeolog Schıllman’ın 1870 yılında Çanakkale Hisarlık tepesinde yaptığı kazılar sonucunda ortaya çıkmıştır. Truva şehri ayrı zamanlarda inşa edilmiş 9 kat olarak ortaya çıkmıştır. Birinci şehir M.Ö. 3000-2750 arasına tarihlenmiştir. Homeros’un bahsettiği “Troia” 6. kattır.
Troia kralı Priamos’un Alexandros Paris ve Hektor adında iki oğlu vardır. Küçük oğlu Paris, Sparta kralı Menelaos’un karısı Helena’yı kaçırarak Troia’ya getirir. Menelaos Akaların en nüfuzlu olan “Mykene” kralı Agamemnon’un kardeşidir. Bu olayı bahane eden Akalar, birleşerek Troia’ya saldırır. Baş komutanlığını Agamemnon’un yaptığı Akalar 1000 gemiye yakın kalabalık bir ordu ile Troia sahillerine çıkarlar. Troia’lıların asker sayısı Akaların onda biri kadardır. İlyada Destanı 10 yıl süren savaşın son 51 gününü kapsar. Savaşın ilk safhalarında kahraman savaşçı Akhilleus (Aşil) esir aldığı Hektor’un yeğeni olan kadın yüzünden, kral Agamemnon’la tartışır ve savaştan çekilerek, seyirci kalmayı tercih eder. Savaşın sonlarına doğru Akhilleus’un çok sevdiği Patroklos, gizlice Akhilleus’un zırhlarını kuşanarak Hektor’un karşısına çıkar ve Hektor onun boğazını keser. İntikam almak için Akhilleus Hektor’u teke tek çarpışmaya davet eder ve onu öldürdükten sonra at arabasının ardına ayaklarından bağlayarak sürükler. Bu acıya dayanamayan Troia kralı Priamos Hektor’un ölüsünü, dini töreninin yapılıp, yakılması için istemiş ve almıştır. Hektor’un ölümü ile başsız kalan Troia’lılar yine de mağlup olmamış ve savaş devam etmiştir. Troia’yı bilek gücü ile ele geçiremeyeceğini anlayan Akalar hileye başvurmuşlardır. Homeros’un ikinci destanı “Odysseia” ya konu olan İthake kralı Odysseus, gemileri toplayarak geri çekilmiş gibi yapıp, bu arada içine 20 savaşçının girdiği büyük bir tahta atı hediye olarak verirler. Atı şehir surlarından içeri sokma gafletinde bulunan Troialılar kendi sonlarını hazırlarlar. Eğlence ve alkolle rehavete kapılıp uyuyan halk, Odysseus’un da içinde bulunduğu 20 savaşçının tahta atı terk edip şehir kapılarını açmasıyla kılıçtan geçirilir. Yağma ve talan şehrin yakılması ile son bulur. Kral Priamos ve ailesi, içlerinde Hektor’un 5 yaşındaki oğlu da dahil olmak üzere katledilir. Hektor’u öldüren kahraman Akhilleus, Alexandros Paris tarafından okla topuğundan vurulur ve sonra öldürülür.
Truva savaşına sadece Troialılar değil, Anadolu’da yaşayan tüm kavimler katılmıştır.
M.Ö. 5. yüzyılda İran’da yaşayan Persler, Medlerle birleşerek batıya saldırdılar. Kral Darius 490 yılında Yunanistan’a girdi. Darius’un oğlu Kserkses 480 yılında karada Termoplei Savaşı’nda Spartalılar’a ve denizde Atinalılar’a mağlup olunca Pers egemenliği sona erdi. Bu savaştan sonra şehir devletleri konumunu koruyan bölgede, Spartalılar ve Atinalılar, 431-404 yılları arasını kapsayan 23 yıl savaştılar. Savaşı Spartalılar kazandı ve gönderdikleri 30 tiranla Atina’yı yönettiler.
336 yılında Makedonya kralı II. Filip’in öldürülmesi ve yerini Büyük İskender’in alması yeni bir dönemi başlattı. 334 yılında Çanakkale üzerinden büyük Asya seferine çıktı. Granikos’ta İran kralı III. Darius’u yendi ve 11 yıl süren sefer Büyük İskender’i Hindistan kapılarına kadar getirdi. Amiral Nearhos’u Hint Okyanusu’na keşfe gönderdi. Arabistan ve Hindistan seferleri konusunda karar vermek üzere olduğu zaman Babil’de idi. 319 yılında bu şehirde öldü. Amiral Nearhos’un gemide verdiği bir partide rahatsızlandı. Aşırı alkolden öldüğü kabul görse de, zehirlendiği iddiası da kuvvetli bir ihtimaldir. Büyük İskender’in ölümünden sonra, bir süre general Antipater yönetiminde kalan imparatorluk, kısa zamanda yıkıldı. İskender’in ölümü muamma olarak kaldı ve hiç kimse zehirlendiği yolunda hiçbir şey yazamadı. Çünkü iktidar sahibi Antipater onun en büyük muhalifi idi ve Antipater’in oğlu İskender’in baş şarapçısıydı. (1)
(1) DOHERTY Paul, Büyük İskender, Bir Tanrının Ölümü, İstanbul 2004, s. 144.
1. 4. 6. Roma İmparatorluğu
Troia Akalılar tarafından işgal edilince Dardanos (Çanakkale) ordusu komutanı Aeneias, gemileri ile Anadolu’dan ayrılarak Makedonya ve Girit’e uğradıktan sonra Kuzey Afrika kıyılarındaki Kartaca’da gemisi kazaya uğrar. Burada kraliçe Dido ile uzun bir aşk yaşar. Bir kehanet neticesinde Kartaca’dan ayrılır. (Kraliçe dido intihar eder) Roma’nın kuzeyindeki Etrüsk’ü işgal eder. Zamanla büyüyen devletin 14. kuşağında kral Proca oldu. Numitor ve Amilyus adına iki oğlu vardı. Taht büyük oğlu Numitor’a kalınca, Amilius babasının tahtına zorla oturdu. Numitor’un kızı Rhea’yı kandırarak vesta rahipliğine tayin etti. Böylece çocuk yapmasını engelleyerek, tahtını korumayı düşündü. Rhea kaçırıldı ve Romus ve Romulus adlarında iki erkek çocuk dünyaya getirdi. (1) Romus, Romulus’u öldürerek tahtı ele geçirdi ve Roma İmparatorluğu’nun temelleri atılmış oldu. İtalya’da kuvvetlenen ve İspanya, Fransa, Britanya, Doğu Avrupa, Yunanistan, Anadolu, Suriye, İran ve Kuzey Afrika’yı kaplayarak büyük bir imparatorluk haline gelen Roma M.S. 395 yılında doğu (Bizans) ve batı olarak ikiye ayrıldı. M.S. 476 yılında Batı Roma İmparatorluğu, 1453 yılında ise Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu yıkıldı.
(1) LİVİUS Titus, Roma Tarihi, İstanbul 1992, C I, s. 27-29,31.
II. BÖLÜM
KOZMOLOJİK DEVİR (Doğa Filozofları)
Gerçek anlamda felsefe M.Ö. 6. yüzyılda, bu günkü Batı Anadolu kıyılarında, İonia’da başlamıştır. Bu dönemin önemli filozofları Miletos (Milet) okulundan yetişmiştir. Bu bölgede felsefenin doğabilmesi için her şart mevcuttu. İoniya’da şehir devletleri (polis) vardı ve bunların hepsi yüksek refah düzeyine erişmişlerdi. Bundan sonra geriye kalan, bireyin merakı idi. Kişi verilen ve öğretilen şeyleri yeterli bulmayıp, varolanların nedenini araştırmaya başladığı anda felsefenin temeli atılmış oldu. Tabiatın kaynağının ne olduğu sorusunu sorarak, gözleme dayalı cevap aramışlardır. Başlıca meseleler; tabiatın nasıl ortaya çıktığı, dünyanın şekli ve yapısı, güneşin ve ayın mahiyeti, dünyanın onlarla münasebeti gibi konulardı. Onlar organik alem ve insan problemiyle pek ilgilenmemişlerdir.
2. 1. THALES
Thales M.Ö. 624-547 yılları arasında yaşamıştır. Miletos (Milet)* doğumludur. 78 yaşında ölmüş ve Lidya kralı Kroisos döneminde yaşamıştır. Doğa görüşünü ilk defa deneylere dayanarak geliştiren “Thales” bu özelliğinden ötürü felsefenin başlangıcı sayılmıştır.
Ona göre yaratılışın kaynağı “su” idi. Bu görüşün altında mitolojideki denizler tanrısı “Oceanos” dan esinlenme vardır. Suyun içinde bir yaratma gücü olduğuna inanıyordu. Yeryüzünün suların üzerinde yüzdüğünü düşünmüş ve depremleri buna bağlamıştır.
Her şeyin bir ruhu olduğuna ve her şeyin tanrılarla dolu (Daimon) olduğu düşüncesinde idi.
Mısır’a ve Babil’e gitmiş, piramitlerin boyunu ölçüp, geometriyi ve astronomiyi Anadolu’ya getirmiştir. (1) Yuvarlak (daire) içine ilk defa dik açılı bir üçgen çizen Thales’tir. Matematiğin yanı sıra astronomi ile de ilgilenmiştir.
Mıknatısın canlı olduğunu söyledi.
(1) ERDEM Hüsameddin, İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Konya 2000, s.79.
- Miletos İzmir’in güneyinde, Söke-Milas yolunun batısında, şimdiki adıyla “Balat” köyünün olduğu yerdir. (Antik zamanda deniz kıyısı imiş.) Büyük menderes nehrinin yığdığı çamurlardan dolayı denizden ayrılmıştır.
2. 2. HERAKLEİTOS
M.Ö. 540-480 yılları arasında Ephesos’da (Efes) yaşamıştır. Antikçağ felsefesinin, özellikle tüm deney dışı felsefenin en büyük düşünürüdür. Çağdaşlarını öyle aşmıştır ki iyice anlayamadıkları için ona “Karanlık” (The Dark) demişlerdir. Soylu bir ailenin büyük oğludur. Büyük oğula kalan kral rahipliğini küçümseyerek kardeşine bırakmıştır. Herakleitos’un rejim değiştirecek kadar nüfuzlu bir kişi olduğu bilinmektedir. Efesliler ondan devlet yasalarını hazırlamasını istemişler, o cevap bile vermemiştir. Herakleitos sık sık Artemis tapınağında çocuklarla misket oynarmış. Bir gün kendisini bu durumda görenlere – Sizinle birlikte devleti yönetmek daha mı iyi sanki! demiştir. Hayatının son dönemlerinde dağlara çekilmiş, bitkilerle beslenerek, tam münzevi bir hayat sürmüştür.
Doğanın temel maddesi olarak ateşi kabul etmiştir ve sonsuz hareket ve değişim gücüne sahip olduğuna inanmıştır. Tüm nesnelerin bir ve aynı ögenin değişmesinden oluştuğunu savunmuştur. Ancak değişmeyen tek şey “Logos”tur.* Logos her şeyin nedeni olan tanrısal bir evren yasasıdır ve kendini karşıtlıklarla gösterir. Varlık yokluğu, yokluk varlığı doğurur. Yaşamak ve ölmek aynı şeylerdir. Ölümsüzler ölümlüler, ölümlüler ölümsüzlerdir. Bunların yaşamı onların ölümü, onların ölümü de bunların yaşamıdır. Aynı olmasalardı, değişerek birbirleri olamazlardı. Soğuk ısınır, sıcak soğur, yaş kurur. Herakleitos, “Her şey ancak karşıtların kavgasından doğar” diyor. Zaman ona göre dama taşı sürerek oynayan bir çocuktur ve olduğu yerde kalan hiçbir şey yoktur. “Bir ırmakta iki defa yıkanamazsın, çünkü ırmakta değişmiştir, sen de” diyor Herakleitos.
Onun düşüncelerini, günümüze ulaşan “Doğa Üstüne” adlı yapıtından öğreniyoruz. Yaygın ününe ve etkisine karşın, yüzyıllarca “muammacı” “karanlık” gibi sıfatlarla anıldı. Anca 18 ve 19. yüzyıllarda Avrupa’da gerçek yansımasını buldu. (1)
(1) HERAKLEİTOS, Kırık Taşlar, İstanbul 2003, s. 10.
- Logos: Log = Kavrama, Os = Akıl kelimelerinin birleşiminden oluşur ve akılla kavranan anlamındadır. Kendi cümleleri ile aktaralım: Benim değil, Logos’un sesini duyduktan sonra, bütün şeylerin bir tek şey olduğunu söylemek bilgeliktir. Bütünle bütün olmayan, birlikle çokluk olan, anlaşma ve anlaşmazlık, bütün şeylerden bir şey ve bir şeyden bütün şeyler Logos’ta birleşirler.
2. 3. ANAKSİMENES
Miletoslu düşünür Anaksimenes M.Ö. 550-480 yılları arasında yaşamıştır. Üçüncü büyük doğa filozofudur.
Evrende her şeyin türediği temel maddenin “hava” olduğunu ileri sürmüştür. İnsan ruhu da havadan ibaretti. Tüm varlıklar havanın sıklık ve seyrekliğinden oluşur. Hava seyreldikçe ateşi, sıklaştıkça sırasıyla yel, bulut, su ve toprağı meydana getiriyordu.
Ay’ın ışığını güneşten aldığını söyleyerek, ay tutulmasını ilk defa doğru olarak o açıkladı ve bununla ilişkili bir deprem kuramı ortaya attı. (1)
2. 4. ANAKSAGORAS
M.Ö. 500-428 yılları arasında yaşamış, İyonya’nın Klazomen (Urla) kasabasında doğmuştur. Atina’ya ne zaman geldiği belli olmayan Anaksagoras, Atina’yı felsefe konusunda uyaran filozof olarak kabul edilmiştir.
Güneşin kızgın bir maden külçesi olduğunu düşünmüştür. Ona göre öncesinde her şey bir aradaydı ve sonsuzdu. Her nesnede her nesneden bir parça vardı. İlk kaynak ona göre akıl-ruh anlamlarına gelen “nus”tu. Nus’un kımıldaması ile her şey oluştu. Hiçbir nesne meydana gelmediği gibi yok da olmaz.
(1) KRANZ Walther, Antik Felsefe, İstanbul 1994, s. 34,35.
2. 5. DEMOKRİTOS
M.Ö. 460 – 370 yılları arasında yaşamıştır. Antik çağ materyalizm ve atomculuğunun önde gelen düşünürlerindendir. Atomculuğun birinci basamağı olan Empedokles ve ikinci basamağı Anaksagoras’tan sonra üçüncü ve en yetkin basamak olan öğretmeni Leukippos’la birlikte ”Addera Düşünürleri” adıyla anılırlar. Her ne kadar Aristoteles bu ikisini bir olarak öne sürmüşse de, Demokritos’un Leukippos’a göre üstünlüğü ve büyüklüğü tartışılmaz. Çok sayıdaki eserlerinde günümüze ulaşan olmamıştır, ancak onun törebilimsel sözlerinden bir çoğu bir antik çağ antolojisi aracılığıyla elimizdedir. Üzerine eğilmediği hemen hemen hiçbir konu yok gibidir.
Demokritos’a göre iki ilk (başlangıç) vardır. Boşluk ve atomlar. Bölünmez parçacıklar olan atomlar, değişmez, ilksiz ve sonsuz bir hareket içinde bulunan ve birbirlerinden ancak Biçim, hacim, durum ve düzen bakımından farklı olan şeylerdir. Bu atomlar, sonsuz boşluk içinde sürükleniyorlar, birbirlerinin üzerine gelerek çarpışıyorlar. Kimileri uzağa atılıyor, kimileri de birbirine sarılıyor ve birleşmiş cisimleri meydana getiriyor. Bütün nesneler bu atomların bir araya gelmesinden oluşmuştur ve çözülüp ayrılınca yok olurlar. Demokritos’un günümüze ulaşmış bir sözü şudur; “ Cosmos’un kuruluşunda bütünden, her çeşit atom biçimlerinden kurulmuş bir kasırga ayrıldı. Bu sırada atomlar çepçevre serpildiler. Bu olurken benzerler benzerlere yasası etkisini gösterdi...
2. 6. DİOGENES
Sinop’ta M.Ö. 404, veya 411, 412, 413 yıllarından birinde doğmuştur. Ölüm tarihi ise 323, 324 ve 327 yıllarından biridir. Öyküleriyle ünlenmiş ve öğretmeni Antisthenes’le birlikte ”Kynik” okulunu kurmuştur. İnsanın zorunlu olarak hayvani gereksinmeleri ile yetinmesi gerektiğini savunmuş, toplumsal standartlar, dinsel kültler, sınıf ayrılıkları ve uygarlıklarla alay etmiştir. Babası ile birlikte kalpazanlık yapmış, Sinop’taki kamu bankasını yönetmiştir. Paranın piyasada çoğalması ile piyasada canlılığı sağlamış, bu başarısından sonra sürgüne gönderilmiş, “Kynik”* olmuş ve insanlara küserek bir fıçının içinde yaşamaya başlamıştır. Adaşı Diogenes Laertius ünlü yapıtında ondan uzun uzun bahseder ve onun diyalog ve trajediler yazdığını söyler.
2. 7. EMPEDOKLES
M.Ö. 483 – 423 yılları arasında Sicilya’da yaşamıştır. Sicilya’nın Agrigento (Akragas) kentinde doğmuştur. Kendinden önceki düşünürler evrensel yapının ilk özdeği (arkhe) olarak tek madde ileri sürmüşlerdi. Empedokles bu maddeyi dörde çıkardı, su (Thales), hava (Anaksimenes), ateş (Herakleitos), toprak (Empedokles). Empedokles’in bu dört özdekli evren varsayımı bütün ortaçağ boyunca geçerli olmuş, İslam tasavvufunu da etkilemiştir.
Ona göre doğmak ve ölmek diye bir olgu yoktu, sadece maddelerin birleşmesi ve dağılması söz konusu idi. Sevgi (çekme) ve nefret (itme) adını verdiği, iki karşıt kozmik güç, bu dört maddenin birbiri ile karışmasına ve dağılmasına doğum ve ölümden kurulan ezeli ve ebedi geliş gidişi sağlıyorlar. Tanrı olduğunu öne sürerek kendisini Etna yanardağının kraterinden içeri atmıştır.
- Kynik : Sokrates’in öğrencisi Atinalı Antisthenes’in (M.Ö.444-365) dünyanın bütün zevklerinden el çekerek yaşamayı öneren öğretisidir. Kynik “köpek” demektir. Diogenes Antisthenes’e yaklaştığı zaman Antisthenes ondan hiç hoşlanmaz ve sopayla onu döverek kovar. Diogenes’in Antisthenes’e uyarak köpeksi bir hayatı seçmesi bu düşünceye “Kynik” adının verilmesine sebep olur.
III. BÖLÜM
ANTROPOLOJİK DEVİR (Sokrates-Platon-Aristoteles)
3. 1. SOKRATES
M.Ö. 470 yılında, Atina’ya yirmi dakikalık yürüyüş mesafesinde olan Lykabettos’un eteklerindeki bir köyde dünyaya geldi. Babası taş ustası annesi ebe idi. Gelenek üzere babasının yanında çıraklığa başladı. İlk Atinalı filozof olan Anaxagoras’ın öğrencisi olduğu sanılıyor. Daha sonra Sokrates filozof Archelaos’un öğrencisi oldu. Felsefenin yanında matematik ve astronomi dersleri de aldı.
Sokrates derslerini Atina’nın agorasında uygulamıştır. (Bu gün hala Akropol’ün altında kalıntıları vardır.) Otuz yaşında Delphoi’li kahinler tarafından “tüm insanların en bilgesi” olarak tanımlanmıştır. Buna karşılık Sokrates; “Biliyorum, çünkü, hiçbir şey bilmediğimi biliyorum” sözünü söylemiştir.
Sokrates’e göre, dünya üzerine değil, kendimiz üzerine düşünmeliydik. Çiçero onun için “felsefeyi gökten yere indirmiştir” ifadesini kullanmıştır. O aptalca gevezeliklerin foyasını ve insanların yanılgılarını ortaya çıkarmakta tam bir ustaydı. Hiçbir şey bilmediğini iddia ederek, karşısındaki insandan ne bildiğini açıklamasını isterdi. Sokrates’in becerikliliği, ustalığı ve kurnazlığı, sohbet arkadaşlarını bile çileden çıkartmıştır. Hayatı boyunca konuşmuş, hiçbir şey yazmamıştır. Öğretisini Platon ve Aristoteles’in eserlerinden biliyoruz.
Mitolojik hikayeleri çürütmeye çalışmış, Tanrılara ve batıl inançlara karşı çıkmıştır. Cinler’in, perilerin ve tek Tanrı’nın varlığına inanıyordu.
Toplum düzenini ahlakla temellendirmeye çalışmış, insanın kendinden başka bir şeyi bilemeyeceğini söylemiştir. Sokrates tarafından söylendiği kesin olan iki önerme vardır;
1. Erdem bilgidir.
2. Bilerek ve isteyerek kötülük edilemez. Kötülük cahillikten doğar.
Bizi mutluluğa eriştirecek tek şey erdemdir. Aynı zamanda Çin’de Konfüçyüs’te hemen hemen Sokrates’le aynı şeyleri söyledi, ancak birbirlerinden haberleri yoktu.
Sokrates’in yaşadığı dönemde Atina’yı Perikles yönetiyordu ve Helenistik dünyanın hiçbir devleti Atina ile boy ölçüşecek seviyede değildi.
Bu dönemin gelişmeleri insanlık tarihinin tüm akışını değiştirdi. Felsefe olgunluğa eriştiği gibi “demokrasi” kavramı ortaya atıldı. Matematik ve diğer alanlar için metotlar geliştirildi. Dram sanatı doğdu, heykeltıraşlık altın çağını yaşadı ve mimarlık büyük aşamalar kat etti. Perikles dönemi M.Ö. 431’de başlayan Mora savaşı ile sona erdi. Düşmanına göre daha demokratik olan liman devleti Atina ile sanatsal zevklerden yoksun, militarist Sparta arasındaki çatışmalar 25 yıl boyunca devam etmiş ve bundan Atina’nın devlet yapısı büyük zarar görmüştür. Mora savaşı patlak verdiğinde Sokrates “Hoplit”* olarak askere alınmıştır. 25 yıl süren Mora savaşı Atina’nın yenilgisi ile sonuçlandığında Sokrates 65 yaşında idi. Savaşın galibi Lysander gemileriyle Pire limanına yanaşır ve “Otuz Tiran” olarak anılan Sparta sempatizanı hükümetin yönetime gelmesine bekçilik eder. Ardından korku dolu karanlık bir devir başlar. Toplu tutuklamalar, mahkumiyetler yaşanır, politik rakipler birbirlerinin mallarına el koyar. Bu dönemde pek çok demokrat insan Atina’dan kaçar. Sokrates kalmayı tercih eder. Zapt edilemez bireyciliğine karşı Sokrates’in demokrat olmaması şaşırtıcıdır. Demokratik yönetim biçimi o çağda henüz emekleme dönemini yaşıyordu. Savaşın kötü yönetilmiş ve bunun sonucunda Atina’nın hezimete uğramış olmasının bütün suçu demokratlara yüklenmişti.
Sokrates M.Ö. 399 yılında, 70 yaşında iken devletin tanrılarını yok saymak ve gençleri saptırmak suçuyla mahkemeye çağırılır. Suçlamanın ardında politikada nüfuz sahibi olan Anytos duruyordu. Anytos’un yıllar öncesinden Sokrates’le görülecek bir hesabı vardı. Oğlu bir zamanlar Sokrates’in öğrencisiydi ve genç adamı, aile işletmesinde çalışmaktansa “felsefi bir hayat” sürmenin daha iyi olacağı konusunda ikna etmişti. Diğer bir davacı ise tragedya yazarı Meletos’tu. İlk celsede Meletos’un iddianameyi okuduktan sonra Sokrates savunmasını yapar ve 500 kişiden oluşan mahkeme heyetini pek ciddiye almaz. 220’ye karşı 280 oyla ölüm cezası yönünde görüş bildirilir. Atina’ya yaptığı hizmetlerden dolayı ceza değil, taktir alması gerektiğini söyler. Ölüm cezası yerine, Atina’lı kahramanların ücret ödemeden yemek yediği Prytaneion’daki kutsal salonda kendisine daimi bir yer tahsis edilmesini ister. Mahkeme salonundan çığlıklar yükselir. Bu protestodan sonra o günkü değeri ile ancak bir sürahi şarap alınabilecek 1 “mina” parası olduğunu söyledi. Bu serveti ile doğru orantılı bir ceza verilmesini ister. Arkadaşları mahkeme heyeti ile iddialaşmamasını söyleseler de o cezasının en fazla 30 mina tutacağını söyler. Mahkeme heyeti iyice sinirlenir ve 140’a karşı 360 oy Sokrates aleyhine çıkar. Sokrates az bir ceza ile kurtulabileceği mahkemeden ölüm ceza ile çıkıyordu. Kendisine kahramanca bir ölüm hazırlamıştı. İnfaz bir ay ertelendi, çünkü dini töreni gerçekleştirecek rahipler her yıl olduğu gibi bu zamanda Atina’nın 150 km açığındaki Delos adasına gitmişlerdi. Sokrates zincire vurularak hapse atıldı. Sokrates’in hücresi ve hapishanenin kaplıcası girişte sağda idi. Son günlerini burada geçiren Sokrates, gelip giden arkadaşlarıyla 6X6 adım ebadındaki bu sefil yerde geçirdi. Platon’un antik edebiyatın şaheseri sayılabilecek diyalogları burada ortaya çıktı. Özellikle ölüm ve ölümsüzlük üstüne yapılan konuşmalar, Platon’un “Phaidon” diyalogunu oluşturdu. Bu anlarda Platon çok ağır hasta idi ve evinde yatıyordu.
Arkadaşı Kriton kaçması için gardiyanlara rüşvet verdiğini söylese de Sokrates buna kulak asmadı ve bu davranışın savunduğu ilkelerle bağdaşmadığını söyledi. Sonunda kutsal kadırganın Sunion burnunda görüldüğü haber alındı. Sokrates’in karısı ve tüm arkadaşları zindanda toplandı. Sokrates kadınların eve gönderilmesini istedi. Karısı Xanthippe isyan ederek; “ Ama sen suçsuzsun” diye bağırır. Sokrates cevap verir; “Be kadın suçlu olmamı mı isterdin.”
Baldıran zehri Sokrates’e uzatıldığında o yine bilgisiz adamı oynar ve diyalektiğe sadık kalarak – Bunun en iyi yöntemi nedir? diye sorar. Gardiyan; - “İçtikten sonra bacakların ağırlaşıncaya kadar dolaş, sonra yatağa uzan. Zehir etkisini gösterecektir” der. Sokrates kabı bir yudumda boşaltır. Arkadaşları feryad etmeye başlayınca Sokrates; -“Ne oluyor size böyle? Bu sevimsiz sahnelere engel olmak için kadınları hücreden gönderdim. Duydum ki birisi ölürken sessiz olunmalı. Sessiz kalın ve metin olun!” der. Son sözleri şu olur; -“Ey Kriton, Asklepios’a bir horoz borçluyuz” olur. **
Birkaç gün sonra Atinalılar yaptıkları olayın korkunçluğunu anlarlar. Kentte resmi yas ilan edilir, okullar, jimnastik salonları, tiyatrolar kapanır. Meletos idama mahkum edilir, Anytos sürgüne gönderilir.
- Hoplit: Ağır silahlı, üçüncü sınıf, kılıç ve kalkan donanımlı piyade.
- Asklepios’un Epidauros’daki tapınağında hastalar uyutulur ve bu uykudan şifa bulmuş birer insan olarak uyanırlardı.
3. 2. PLATON
Afrika kıyılarına 20 kilometre kadar yakın olan Atika açıklarında, Egin körfezindeki Agina adasında M.Ö. 428 yılında dünyaya gelmiştir. Doğduğu zaman ona Aristokles ismi verilir. Politikada nüfuz sahibi Atina’lı bir ailenin oğludur. Babası Ariston, Atina’nın son kralı Kodros’un, annesi ise büyük kanun koyucu Solon’un soyundan gelmekte idi. Gençliğinde Trajedi yazarlığını denemiş, Yunanistan’da büyük ilgi gören olimpiyatlara güreşçi olarak katılmış ve bu yarışmalarda geniş alınlı anlamına gelen “Platon” ünvanı ile girmiştir. Felsefe tarihinde bu adla, İslam felsefecileri tarafından da “Eflatun” adıyla anılır. Daha sonra felsefeye ilgi duyar ve dokuz yıl boyunca Sokrates’ten. Sokrates’in idam edilmesi ile ona yakın olan Platon için de Atina, tehlikeli bir yer haline gelmiştir. Atina’ya otuz kilometre uzaklıktaki Megara’da safsatacı felsefesi ile ünlü “Öklid”in yanında üç yıl kalmıştır. Bu Öklid ünlü matematikçi Öklid olmayıp, Sokrates’in öğrencilerinden biridir ve Sokrates’i çok sevmektedir. (Hatta Sokrates’in infazının gerçekleşeceği zaman düşman Atina topraklarına kadın kılığında girmiştir.) Platon daha sonra Kuzey Afrika’daki Kirene şehrine matematikçi Theodoros’un yanına gitti. Mahiyeti tam olarak belli olmayan on yıllık bir yolculuktan sonra Sicilya’ya gelmiş ve kutsal sayılan Etna yanardağını ziyaret etmiştir. Burada bütün Yunan kolonilerine öğretilerini yaymaya çalışan Pisagorcularla ilişki kurmuştur. Sicilya’daki Sirakuz hükümdarı Dionysios’un kayın biraderi Dion’la arkadaşlık kurmuş ve Dion onu Dionysios ile tanıştırdı. Oldukça bir süre sonra doyumsuz ve kaba bir insan olan Dionysios ile Platon arasında bir tartışma geçmiştir. Platon, Dionysios’u bir düşünce hatasından dolayı uyarınca, Dionysios “sözlerin bunaklık kokuyor” demiş ve Platon “senin sözlerinde bir zalimin neşesi var” diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Platon Agina adasına gidecek bir Sparta gemisine bindirilir ve kaptana onu köle olarak satması emredilir. Agina’nın köle pazarında Platon’un zengin arkadaşı Girne’li Annikeris onu satın alır ve Atina’da okul açması için yüklü bir para verir.
Platon M.Ö. 386 yılında Atina’nın bir buçuk kilometre kuzey-batısındaki “Hekademos” korusunda bir arazi satın alır. Bir tapınağın, heykellerin, derelerin bulunduğu bu ağaçlık yerde Platon akademisini açar. Burası tarihte kurulan ilk üniversitedir.
M.Ö. 347 yılında burada ölen Platon Akademi’ye gömülür. Akademisi M.S. 529 yılına dek varlığını sürdürür. Bu tarihte Hıristiyanlık karşısındaki Helen kültürünü bastırmak isteyen Roma İmparatoru Justinian tarafından kapatılır. Bu olay birçok tarihçi tarafından Yunan – Roma kültürünün sonu, karanlık çağın başlangıcı olarak kabul edilir.
3. 2. 1. Platon Felsefesi
Kendi akademisinde 40 yıl ders veren Platon’un, otuzdan fazla eseri vardır. Eserlerini karşılıklı konuşma (diyalog) şeklinde yazmıştır. Bu yapıtlarda baş konuşmacı, öğretmeni Sokrates’tir. Bundan ötürü bu yapıtlardaki düşünce ve varsayımların hangisinin Sokrates’e hangisinin Platon’a ait olduğu ayırt edilememektedir. Pythagoras, Parmenides ve Heraklaitos’tan geniş çapta yararlandığı açıktır. Felsefesinin temeli adını “idea” dan alan idealizme dayanır. Hindistan’daki kast sistemine benzer bir devlet ve toplum yapısı oluşturmayı düşünmüştür. Filozofların yönetttiği bir devlet kurmayı amaçlamış, bunu Sicilya’daki Sirakuza’da denemesine rağmen başaramamıştır. Bundan dolayı sadece düşüncede kalan ve hayata geçirilemeyen anlamındaki “Platonik” kelimesi literatüre yerleşmiştir. Platon’un bu devlet anlayışı aristokrattır. Her ne kadar özel mülkiyeti reddettiyse de, toplumcu bir amaç gütmemektedir.
Doğa filozoflarının fiziki yaklaşımına karşı, metafiziki felsefeyi temel almıştır. Ona göre gördüğümüz ve duyularımızla algılayabildiğimiz alem sanal bir alemdi. Fenomenler alemi diye tabir ettiğimiz bu alem, düşünce ve kavramlardan oluşan soyut” idealar dünyası”nın yansımasından başka bir şey değildi. Platon bu düşüncesini meşhur “mağara teoremi” ile açıklamaktadır.
Bir mağarada elleri birbirine zincirle bağlanmış birkaç adam vardır. Bunların yüzü mağaranın duvarına dönüktür ve arkalarında bir ateş yanmakta, onlar ateşin önünden geçen hayvanların sadece duvara yansıyan gölgelerini görmektedirler. Bir gün adamlardan biri zincirini koparır ve mağara dışına çıkarak, nesnelerin gerçek görünüş ve renklerini keşfeder. Mağarada kalan adamların yanına gelerek, mağara duvarında gördükleri siluetlerin gerçek olmadığını, gerçek nesnelerin bunlardan çok farklı olduğunu söylese de, onları inandıramaz. Çünkü onlar duyuları ile algıladıklarına inanırlar. Bu alemdeki durumumuz da mağaradaki insanların durumuna benzemektedir. Duyularla algıladığımız ve ona göre şartlandığımız “fenomenler alemi” mağara duvarındaki görüntüler gibi hayalden ibarettir. Platon’un bu görüşü her ne kadar bilimsel temellere dayanmasa da yüzyıllar boyu Hıristiyan ve İslam felsefesini etkilemiş ve etkilemektedir. İdealar alemi teoremi M.S.205 – 270 yılları arasında yaşamış olan İskenderiyeli filozof “Plotinos” tarafından işlenmiş ve özellikle İslam Tasavvuf düşüncesi ile büyük etkileşim göstermiştir. Zira İslam Tasavvufu’nun temelini de oyun ve eğlenceden ibaret olan Kur’an temelli düşünce oluşturmaktadır.
3. 2. 2. I. MİMESİS KURAMI
Platon, genel öğretisinin bir sonucu olarak, sanatı da bir yansıtma, benzetme ve taklit olarak görüyordu. Gerçek dünya idealar dünyasıydı. Bu dünya sürekli akış içinde (Herakleitos) olan göreceli (sofistler) bir dünyadır. Platon varlıkların tepesine iyi* ideasını koyar. Bundan sonra matematiksel nesneler gelmektedir. Matematiksel nesnelerin de altında fiziksel nesneler vardır. Matematiksel nesneler anlama yetisi ile, fiziksel nesneler ise sanı (belief) yetisi ile kavranmaktadır. Bu nesneler dünyası mimesis (taklit) dünyası olup, gerçeklik yada varlık sıralamasında ikinci derecede yer almaktadır. Sanatçı bu ikinci derecedeki varlığı yansıttığı için taklidin taklidini yapmaktadır.
Platon sanatı incelerken, edebiyatı daima felsefeye rakip olarak görmekte ve felsefeden çok daha aşağıda olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır. Çünkü felsefe gerçeğin bilgisini araştırırken akla, sanatçı ise duyulara dayanmaktadır. Platon özellikle “Devlet” diyalogunda Sanatın diğer türlerini de edebiyata benzeterek, edebiyatın bize gerçekleri bildirmediğini, özellikle şairlerin geçek bilgiye sahip olmayan benzetmeci kişiler olduğunu belirtmektedir. Edebiyatın bize diğer bir zararı da duyusal yanımıza hitab etmesidir. Bir sanat eseri karşısında coşup gitme ve kaybolma tehlikesi vardır. Oysa dengeli insan, bilge kişi, aklını kullanarak duyularını dizginlemesini bilen kişidir. Kısacası Platon’un sanata bakışı olumsuzdur.**
* Eski Yunanca’da iyi ve güzel eş anlamlıdır ve evrenin “arche”sini (ana ilke) oluşturmaktadır. Tüm varlık ve gerçeklik bu ideadan gelmektedir. Bu arche de ahlaksal ve estetiksel bir nitelik yatmaktadır. 18. yüzyılda yaşayan Kant’a kadar ahlakın konusu güzel ve iyi aynı sayılmıştır.
- Platon dönemi pek de iyi sayılmamaktadır.Bir yandan Georgias ve Protogoras gibi sofistler retoriki (hitabet) en güzel sanat olarak göstermişlerdi ve bir yandan da şairler gerçeği bozmaktadırlar. Zaten retoik, güzel konuşma sanatı olarak şiirsel bir yapıya sahipti. En büyük yalanı bile bu sanatla, gerçekmiş gibi aktarmak mümkündü ve sofistler de bunu yapıyordu. Sokrates’in ve Platon’un bütün hayatı bunlarla mücadele etmekle geçti. Platon’a göre bunlar, gerçeğin (ideaların) bilgisinden habersizlerdi. Böyle bir ortamda Platon’un sanat hakkında olumlu düşünmesi beklenemezdi.
3. 3. ARİSTOTELES
Aristoteles, M.Ö.384 yılında Kuzey Yunanistan’daki Halkidikya Yarımadası’nın köylerinden biri olan “Stagira”da doğdu. Aristoteles’in babası Nikomakhos, Büyük İskender’in dedesi olan Makedonya kralı Amyntas’ın özel hekimi idi. Babasının erken yaşta ölümü ile Anadolu’nun Atarnus kentinde yaşayan dayısı Proxsenos’un yanına gönderildi. Kendisine kalan mirası kısa zamanda eritti ve doğum yeri olan Stagira’ya dönerek hekimlik yaptı. 30 yaşında Atina’ya gelerek Platon’un akademisine girdi. Başlarda Platon’un öğretisini benimsedi, daha sonraları onunla fikirleri çelişti. Platon’un dini esaslara dayanan düşüncelerinden ziyade deneylere dayalı, bilimsel temellere oturan bir felsefe geliştirdi. Platon M.Ö. 347 yılında ölünce akademinin başına getirilmesine bir çok kişi taraftardı ancak bu göreve Platon’un dayısı Speusippos getirildi. Haksızlığa uğrayan Aristoteles, akademiyi ve Atina’yı terk ederek tekrar Aternaus’a gitti. Aternaus o dönemde Yunalı paralı asker Hadım Hermias tarafından yönetiliyordu. Hermias Atina’ya yaptığı bir yolculuk sırasında akademiden çok etkilendiği için Aristoteles’e geniş imkanlar sundu. Kısa bir süre sonra evlendi ve Assos’ta bir okul kurdu. Üç yıl sonra Midilli Adası’nda bulunan Mytilene’ye yerleşti. Bu yıllarda bitkilerin ve hayvanların sınıflandırılması ile uğraştığı bilinmektedir.
Büyük İskender’in babası Philipp Yunanistan’ı egemenliği altına almıştı. Philipp’in isteği üzerine Büyük İskender’in öğretmenliğini yaptığı M.Ö. 342 yılında Aristoteles 42, İskender 13 yaşında idi. M.Ö. 336 yılında Philipp suikaste kurban gidince 16 yaşındaki İskender tahta geçti. Dünya tarihinin gördüğü en büyük megalomanlarından biri olan İskender, üç yıl süren eğitiminde Aristoteles’ten hiçbir şey alamadı. İskender’in kafasında hep yeni yerler fethetmek vardı ve çok başarısız bir öğrenci idi. İskender Aristoteles’i Stagira’ya göndererek doğu seferine çıktı. Beş yıl sonra Aristo Atina’ya döndü. 339 yılında Speusippos öldü ve akademinin makamı boşaldı. Aristo’nun eski bir arkadaşı Ksenokrates bu makama getirildi. (Ksenokrates 20 yıl sonra bir su fıçısına düşerek boğuldu) Aristoteles kendi okulunu kurmaya karar verdi. Şehrin surları dışındaki Likabetos Dağı’nın eteklerindeki büyük bir spor salonunda kurdu. Dağın ismi olan Lykos Yunanca’da kurt anlamına gelir ve Apollon’un sıfatlarından biridir. Bu nedenle Aristoteles’in okulu Lykeon olarak anılmış ve günümüze “Lise” olarak ulaşmıştır. Kısa zamanda Platon’un akademisini geçti. Aristoteles derslerini bu okulun bahçesinde yürüyerek anlattığı için onun öğrencileri “Peripatetik” (yürüyenler) olarak felsefe literatürüne geçmiştir.
Büyük İskender’in M.Ö. 323 yılında ölümü ile Makedonya Krallığı yıkıldı ve Aristo, her ne kadar İskender’le anlaşamasa da sarayla bağı olduğu için Atina’da kalması tehlikeli hale geldi. Atina’yı ve Lykeion’u terk ederek Khalkis’te babasından kalan bir çiftliğe taşındı. Bu dönemde karısı Pythias ölünce, hizmetçisi Herpyllis ile evlendi. Khalkis’e göçmesinden 1 yıl sonra mide rahatsızlığı geçirerek M.Ö. 322 yılında öldü.
3. 3. 1. Aristoteles Felsefesi
Kendinden önceki felsefeyi toplayıp sistemleştirdikten sonra onları “alet” anlamına gelen “organon” doğru düşünme yöntemi ile eleştirmiştir. Sokrates’in bulduğu ve Platon’un temel aldığı diyalektik (soru-cevap) yöntemini kabul etmeyip, bilimsel araştırmaya dayalı bilgi edinme metodunu benimsemiştir. Bu özelliği ile Aristoteles bilimin kurucusu olmuştur. Bilim dallarını ilk defa o sınıflandırmış, ansiklopedik dehası ile filozof olarak kendisinden sonraki 2000 yılın hakimi olmuştur. Bazı düşünceleri yakın çağda çürütülse de çoğu tezleri hala kabul edilmekte ve bilimsel bilginin temelini oluşturmaktadır.
Ortaçağ Avrupa’sını karanlığa iten “skolastik” felsefe, onun felsefesinin yanlış yorumlanarak, dini görüşler ışığında tabulaştırılmış şeklidir.
Aristoteles’e göre doğada ve sanatta meydana gelen şeylerin dört nedeni vardır.
1. Maddi neden
2. Biçimsel (formel) neden
3. Hareket ettirici neden
4. Amaçsal (final) neden
Aristo tüm varlıkların oluşumunu bu dört nedene bağlar. Bu dört prensip bir araya gelince canlı varlığı, teknik yada sanat eserini meydana getirir.
Madde ile formun ilişkisi (kuvvet ile fiil) birbirine ters düşmek şöyle dursun, tamamlayıcıdırlar. Daha doğrusu maddesiz form ve formsuz madde yalnız başına bulunmazlar.
Aristo’ya göre doğa bir oluş ve gelişme halindedir. Bu oluş mutlak maddeden mutlak forma doğru bir gidiştir. Doğa bir organizma, bir sanat eseri gibi oluşmaktadır. Yani her şey bir amaca yöneliktir. Bu oluşu başlatan ilk muharrik (ilk hareket ettirici) Tanrı’dır. Tanrı mutlak formdur, mutlak ruh ve prensiptir. Kendisi hareket etmez ancak evreni hareket ettirip oluşu başlatır. Bu oluş yine ona yöneliktir.
Doğa canlıdır, canlılarla cansızlar arasında sadece katman farkı vardır. En altta madde, sonra bitkiler, daha sonra hayvanlar ve en üstte insan vardır. İnsanda maddi, bitkisel ve hayvansal yanlar bulunmaktadır. Ancak onu insan yapan akıl ve düşüncedir. Ruh, bedene biçim, akıl ve düşünce veren bir varlıktır.
Aristoteles mantığın da kurucusudur. Mantık ona göre bilimsel bilgi için bir araçtır. (Organon)
3. 3. 2. II. MİMESİS KURAMI
Aristoteles’in “Metafizik” adlı kitabında insanın üç temel özelliğinin olduğunu belirtmektedir.
1. Bilme (teorika)
2. Eylemde bulunma (pratika)
3. Yaratma (poetika)
Sanat her ne kadar bir benzerini yapma ise de, sanat eseri bir mimesis (taklit) dir. İnsanın düşünme ve eylemde bulunma özelliklerinin yanı sıra öykünme (taklit) yönü vardır.
Aristoteles’e göre de sanat bir taklittir ancak sanatın yöneldiği obje açısından iyi-kötü ayrımı vardır. Obje insansa ve de iyi bir insansa, taklidide iyi, ahlaki ve soylu olacaktır. İyi ve kötü, ahlakın konusu olduğu için sanatın temelinde ahlaksal bir değer bulunmaktadır.
3. 3. 2. 1.Katharsis
Platon bir sanat eserinin insana hem bilgisel, hem de ahlaksal yönden zarar verdiğini düşünüyordu. Aristo ise tragedyanın yorumunu yaparken, acıma ve korku duygularını uyandırarak, bencil duyguları bastırmak açısından olumlu bir görüşü savunmaktadır. Katharsis aracılığı ile sanat ahlaksal bir amaç edinir.
IV. BÖLÜM
ORTA ÇAĞ
M.Ö. 322 yılında Aristoteles’in ölümü ile bilimsel felsefe, Avrupa’da 2000 yıl sürecek uzun bir uykuya yatmış, doğuda ise Aristo felsefesi, Aristocu “Meşşai Okulu”nun (700-1100) yetiştirdiği filozoflarla renkli ve dinamik bir çağın temelini oluşturmuştur.
4. 1. ORTAÇAĞ AVRUPASI ve SKOLASTİK FELSEFE
Avrupa’nın “karanlık çağ” diye tabir edilen orta çağı, skolastik felsefenin bir sonucu olarak yaşama yansımıştır. Skolastik felsefe, Scottus ERİUGENA (833 – 880), Anselmus (1033 – 1109) ve Petrus ABAELARDUS (1079 – 1142)’un düşünceleri ile yeşermeye başlamıştır. 1270 – 1308 yılları arasında yaşamış olan “ince doktor" lakabıyla anılan Duns SCOTUS, Katolik kilisesinin temel inançlarını, Aristoteles felsefesi ile temellendirmeye çalışmıştır. Bu düşünce 1225 – 1274 yılları arasında yaşamış olan Aquinolu Thomas’ın görüşleri ile kuvvetlenmiştir. Duns SCOTUS’un izleyicileri “Fransiskenler”, Aquinolu Thomas’ın izleyicileri ise “Dominikenler” adları ile anıldı ve bu iki görüş ilahiyat okullarının iki ayrı ekolünü oluşturdu. Zamanla Aquinolu Thomas’ın görüşü üstünlük kazandı. Bu dogmatik felsefe 9. yüzyıldan, 16. yüzyıla kadar Avrupa’da tam bir hakimiyet sağlamıştı. Bu dogmatik çağda, araştırma yapmak demek, Aristo’nun ne yazdığını okumak demekti. Hiçbir kişisel görüş, tartışma, kuşku ve kurcalamaya izin yoktu. En küçük kişisel bir girişimde bulunmaya cesaret eden, ölüm yada bir çeşit diri diri ölüm demek olan aforoz cezasına çarptırılıyordu. Reform hareketlerine rağmen 20. yüzyıla kadar varlığını sürdüren bu düşünce, 18. ve 19. yüzyıllarda bu görüşü benimseyen okullar, çağdaş gelişmelerden uzak, içine kapalı dinsel kurumlar olarak kaldılar.
Bir görüşe göre de, “Skolastik Hıristiyan düşünürleri, bir bilgi teorisi oluşturacak kadar yetkinliğe ulaşınca, Demokritos felsefesini ve Epikuros’un* eşbah (idoles-imge-nesne) görüşünü tercih etmişlerdir. Fakat bu düşünceyi Aristoteles’in zannederek almışlardır. Aristoteles’i de kilisenin dini öğretisine en fazla uygun ve bundan ötürü (orthodoxe) yani itikadı doğru bir filozof sanmışlardır. Aristo’yu bir Hıristiyan düşünür gibi görmeye ve göstermeye çalışmışlardır. Bu ise gerçekte Aristoteles felsefesinin Hristiyanca bir yorumunu ortaya çıkarmaktan ve Hıristiyan dogmatizminin Aristotelyan bir kisveye büründürülmesinden başka hiçbir şeye yaramamıştır. Daha sonra Rönesans’la birlikte pagan** kültürünün bir düşünürü olan Aristoteles’in gerçek felsefi düşünceleri yeniden bir doğuş hareketi ile tekrar aydınlığa kavuşturulabilmiştir.” (1)
Aquinalı Thomas’ı İbni Rüşd ile birlikte gösteren bir resim
(1) BÖLÜKBAŞI Rıza Tevfik (Feylesof Rıza), Felsefe Dersleri, Ankara 2001, s. 352.
- Antik çağ Yunan düşüncesinin en ilginç düşünürlerinden biri olan Epikuros, Demokritos’un atomculuğu ile Pyrrhon’un şüpheciliği üzerine kurmuştur.
- Genellikle dinsiz anlamında kullanılan pagan deyimi, Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde ilk olarak çok tanrılı inanca sahip olan Romalı köylülere atfedilmiştir.
4. 2. ORTA ÇAĞ AVRUPA’NDA SANAT ANLAYIŞI
Aquinolu Thomas “güzel” kavramını, Aristo’da olduğu gibi “hoşa giden” anlamında yorumlamıştır. Güzel kavramı üç şarta bağlı idi; Kusursuzluk, oranlılık ve açıklık. Bu çağda “güzel”i matematik yasalara uyumlu, kutsal bir düzen olarak kabul eden “Yeni Platoncu” kuram da çok taraftar bulmuştur.
Ortaçağ’da sanat eleştirisi, çeşitlilikten uzak kalmış, tek yönlü ve katı olmuştur. Her şeye dinsel dogmalar açısından bakıldığı için de konu ve ifade zenginliğine rastlanmaz. Sanat ideolojik bir özellik taşımaktadır. Bundan dolayı sanatçının yorumundaki nitelikten çok, dinsel dogma bilgisine ve ikonografisine gösterilen saygıya önem veriliyordu.
İlk Hristiyanlar Roma’nın ve Yahudilerin zulümden kaçarak, Anadolu’da Nevşehir ve Antakya bölgelerindeki mağaralara yerleşmişlerdir. Hristiyanlığın ilk resim örnekleri de, “Dom” ismi verilen bu mağaralarda ortaya çıkmıştır. M.S. 100’lü yıllarda yapılan bu resimlerde insan figürüne rastlanmaz. (1)
İkonografi Hristiyanlığın 300. yıllarında başlamıştır. (İlk heykel 395 yılında yapılmış, Hz. İsa antik çağ tipinde, sakalsız tasvir edilmiştir.) İkonografiyi savunanlar, halkın çoğunun okuma-yazma bilmediği için İncil konulu resim ve heykellerin onlara rehberlik ettiğini savunuyordu. Ancak ikonografi, Hristiyanlık tarihinde bu savunulan amaçtan saptırılarak, putperestliğe kadar gidilmiş, özellikle Bizans’ta büyük problemlere yol açmıştır. 745 yılında, Bizans İmparatorluğu’nun tüm kiliselerindeki resim ve heykeller yok edildi. Tarihe “İkonakizm Hareketi” adıyla geçen bu olaydan sonra, Protestanlığın kurucusu Martin LUTHER’da, kiliselerden bütün dini tasvirleri kaldırmıştır.
İncil’de geçen kutsal metinler resmedilmiş, Michel Angelo ile zirveye ulaşmıştır. Mermer ve mozaik ilk defa 380 yılında kullanıldı.
13. yüzyılda yoğun süslemenin göze çarptığı gotik sanat ortaya çıkmıştır. Bu sanat tarzında amaçlanan şey, kutsal tarihin en coşturucu ve inandırıcı şekilde anlatılması idi. Yüksek katedraller, vitraylı yüksek pencereler, içte ve dışta tırmanan kemerler, görkemli ve çok sayıda, aşırı süslü kutsal heykeller, yapıların içini ve dışını doldurmuştur.
14. yüzyılda tepkilere yol açsa da, ilk defa kontların, krallar ve aileleri ile papazların resimleri yapılmaya başlanmıştır. 15. yüzyıl başında, İtalya’daki Siena okulunda, Van Eyck tarafından ilk defa yağlıboya kullanıldı. (Daha önce yumurta akı kullanılıyordu.) Leonardo, Rafaello ve Albert DÜRER’da bu dönemde yetişti. (İlk portre 1380 yıllarında yapılan, Prag katedralinde bulunan, Peter PARLER’e ait resimdir.)
(1) ERKUL Vedat, Sanat ve İnsan, İstanbul 1996, s.72.
4. 3. ORTA ÇAĞ İSLAM FELSEFESİ
Aristoteles’ten sonra Avrupa, onun düşüncelerinin yanlış yorumlanması ile karanlık çağa gömülürken, yine Aristoteles’in düşüncesi ışığında doğuda, bilim ve felsefe alanlarında çok parlak ve dinamik bir devir başladı. İslam felsefesinde en önemli yeri tutan “Antik Çağ Felsefesi” tesirini İskenderiye ve Suriye’deki merkezler aracılığı ile göstermiştir. M.S. 6. yüzyıl başlarında dağılan Atina okullarının filozoflarından bir kısmı İskenderiye’ye bir kısmı ise Suriye’deki merkezlere gitmiş, buralarda Platon ve Aristo’yu açıklamışlardır. Bu merkezlerde önce Yunanca yazılan eserler, sonradan Süryanice ve Aramca’ya çevriliyordu. İslam dünyasında tercümesi yapılan ve İslam felsefesine tesir eden eserler de ilk planda bunlardı. İran’daki Yakubi ve Nasturi manastırlarının yanı sıra, en önemli merkezler; Edese (Urfa), Nisibe (Nusaybin), Harran, Gündeşapur ve Antakya’dır. (1) Özellikle 13. yüzyılın başına kadar bilim ve felsefe alanında çağın üzerinde bir aşama kat eden doğu, bu tarihte büyük bir felakete uğradı. Cengiz Han, Orta Asya’da dağınık yaşayan Moğol ve Türk kabilelerini birleştirip, (1206)1215 yılında Çin seddini aşarak Kuzey Çin’i işgal etmiş, daha sonra medeni olarak daha üstün olan Uygurları’da saflarına alarak, Horasan’daki Harzemşah Devleti’nin kapılarına dayanmıştı. En güçlü İslam devleti, başında Muhammed Harzemşah’ın bulunduğu bu devletti. Anadolu’da, Anadolu Selçuklu devleti hüküm sürmekte idi ancak Moğollara mukavemet gösterecek gücü yoktu. Üç bin kilometre yolu aşan Moğol ordusu, Harzem topraklarına üç ayrı yerden girmiş, Muhammed Harzemşah ise ordusunun dağınık savaşmasını emrederek kendisinin ve devletinin sonunu hazırladı. (2) Buhara, Semerkant, Otrar, Merv ve Bağdat gibi, zamanında dünyanın en yoğun insan nüfusunun bulunduğu ve her biri sanat, bilim ve kültür merkezi niteliğindeki şehirler içindeki insanlar, hayvanlar hatta bitkilerine kadar yok edildi. Milyonlarca insanın katledildiği bu istilada kütüphanelerin yakılıp bilim adamlarının öldürülmesi sonucu bir çok bilgi ve belge yok oldu. Doğunun tarihsel, sanatsal, edebiyat ve bilimsel geçmişi karanlığa gömüldü. Sadece Merv şehrinde on iki bin el yazması yanmıştır. (3) Doğu’nun her alanda zirveyi yaşadığı bu istila yıllarından önce, bir büyük merkezde İspanya’da kurulmuştu. 711 yılında Tarık bin Ziyad’ın İspanya’ya girmesi ile başlayan müslümanların hakimiyeti, 756 yılında Endülüs Emevi Devleti’nin kurulmasına zemin hazırladı. 1031 yılından sonra yerini şehir devletlerine bıraktı ve 1231-1492 yılları arasında hüküm süren Gırnata Sultanlığı ile Endülüs Müslümanlarının yarattıkları parlak medeniyet sona erdi. İki yüzyıl daha Müdeccenler ve Moriskolar isimleri ile Hristiyan hakimiyetinde yaşayan Müslümanlar, 1609 yılını takip eden beş sene içinde İspanya’dan tamamen sürüldü. I. Ahmet tahtta iken gerçekleşen bu olay sonucu, zulüm ve hastalıktan kurtulabilen kesim Osmanlı topraklarına getirildi. (4)
İspanya’da 900’lü yıllarda, Muhammed b. Meserre ile başlayan felsefe ekolü, İbn Bacce (ö. 1138), İbn Tufeyl (ö.1185) ile gelişmiş ve İbn Rüşd’le (ö. 1198) zirveye ulaşmıştır. İbn Rüşd sadece Endülüs’ün değil, tüm dünya felsefesinin tek ve gerçek Aristocu filozofudur. (5) Antik kültürlerin ve Grek felsefesinin İslam dünyasına girmesiyle, şüpheli bir vaziyette düşünce dejenerasyonuna maruz kalan İslam dünyası, Farabi ve İbn Sina gibi büyük filozofların elinde sistemli ancak İslam “nokta-i nazar”ından (görüş) tartışmalı ve nispeten oynak bir düşüncede temeline oturtulmaya çalışılmıştır. Daha sonra Gazali tarafından problem çözülmüş gibi olmuş, ancak Gazali’de konuyu sağlam bir temele oturtma imkanı bulamamıştır. Bu önemli problem filozof olduğu kadar, büyük bir fıkıhçı olan İbn Rüşd tarafından daha öncede belirttiğimiz gibi, biri adına ötekinden hiçbir fedakarlık yapmaksızın hem din, hem de felsefe açısından, oldukça sağlam temellere oturtulmuştur. (6)
İslam felsefesinin gelişmesi ile ortaya çeşitli ekoller çıkmıştır. Bunları sırasıyla inceleyelim;
(1) De BOER T. J., İslam’da Felsefe Tarihi, İstanbul 2001, s. 32-37.
(2) ÇAĞATAY Aykut, Cengiz Hah’ın Liderlik Sırları, İstanbul 2001, s. 145,153.
(3) ABBASLI Nasyonel Sosyalistle, Cengiz HAN, İstanbul 2001, s. 196.
(4) ÖZDEMİR Mehmet, Endülüs Müslümanları, Ankara 1994, s. 217.
(5) ÖZDEMİR Mehmet, Endülüs Müslümanları - İlim ve Kültür Tarihi, Ankara 1994, s. 58.
(6) İbn RÜŞD, Faslu’l Makal (Felsefe – Din İlişkisi), İstanbul 1999, s. 7.
4. 3. 1. Tabiiyyun (Naturalistler)
Naturalist ekol, deney ve tümevarım (istikra) metodunu ilk kullanan ve bilginin duyumlardan ibaret olduğunu savunan İslam dünyasındaki ilk felsefi cereyandır. Fakat onlar maddi dünyanın dışında ruh ve Allah’ı kabul ediyor, Allah’ın hikmetinin onun yarattığı eşyada tecelli ettiğini söylüyorlardı. Bu ekolün kurucusu ve İslam felsefesi ve ilim tarihinin büyük siması, Ebu Belkr Zekeriya Razi’dir. Avrupa Ortaçağı’nda Rhazes, El-Razes veya Albubator adları ile tanınmıştır. Razi tıp sahasında bir ansiklopedi olan, “Kitab’ül Mansur” ile 20 ciltlik “El-Havı’nın yazarıdır. Bunun yanında matematik ve tabii ilimlerde de şöhrete ulaşmıştır. Fizikte ışın kırılması olayını ilk defa o göstermiş, boşlukta çekimin varlığını ispata çalışmış, simya ve kimya tetkikleri yapmıştır. Antik çağ, İran ve Hint felsefelerinden etkilenen filozofa göre nefs bedenden önce gelir. Cisim nefse tabidir. Bu sebeple bir hekim beden kadar, ruhu da tedavi etmesini bilmelidir.
Razi felsefesinde evren beş prensip üzerine kurulmuştur;
1) Allah
2) Boşluk (hala) mutlak mekan.
3) Müddet (süre) mutlak zaman.
4) Ruh (nefs)
5) Madde(heyula)
Razi, bütün inanç ve dinlere karşı büyük bir hoşgörüyle bakar. İslam düşünce tarihinde dinleri birleştirme fikrini ilk defa ileri süren filozoftur. Sisteminde ruhun ölmezliğine inanan Razi, bu görüşüyle maddecilerden uzaklaşıyor fakat ruhların bedenden bedene göçünü (tenasüh) kabul ettiği için de kelamcılardan ayrılıyordu.
4. 3. 2. Dehriyyün (Maddeciler)
Maddecilerde tabiatçılar gibi doğadan başka bilgi kaynağı olmadığını kabul eder. Yegane gerçek maddedir. Maddeciler, zamanı (dehr) ezeli ve yaratılmamış olarak kabul etmelerinden dolayı yaratıcıyı da inkar ederler.Bundan dolayı “muattıla” diye de anılırlar.
Onlara göre her varlık maddedir, maddeden ayrı ve müstakil ruh yoktur. Evren ve yaratıcı birdir. Evrenden ayrı şuurlu ve irade sahibi bir yaratıcı yoktur. İnsanın varlığı külli varlığın bir neticesidir. Bu sebeble insan psikolojik bir şahsiyet değildir. Ruh ölümden sonra ferdi bir varlık olarak devam edemeyip külli varlığa karışır.
Maddeci ekolün en meşhur temsilcisi İbn Ravendi (M.S.910)
4. 3. 3. Batınilik
Allah’ın sıfatlarından olan Zahir görünen (fenomen) alemin, Batın (gizli) ise maddenin ardındaki saklı oluşumun ifadesidir. Varlıklar Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerinden ibarettir. Tanrısal isimler (Esma-ül Hüsna) den biri de “batın”dır. Allah zahir olduğu gibi batındır da. O halde her varlıkta, her zahirin arkasında bir batın, her zuhurun arkasında bie “belirgin olmayan” vardır. (1) Örneğin; taş zahirdir, taşı oluşturan çıplak gözle göremediğimiz atomlar batındır. Ancak Batınilik İslam tarihinde, bilimsel yönüyle değil siyasi bir akım olarak ortaya çıkmıştır. Yahudilikteki “kabalizma” akımına benzer, Kur’an-ı Kerim’deki kelimelerden gizli bir mana çıkarmak şeklinde tezahür etmiş, Ehl-i Sünnet’in siyasi birliğini yıkmak için çalışmıştır. Batıniler, 10. yüzyılda güçlü Fatimi Devleti’ni kurmuşlardır.
(1) ÖZTÜRK Yaşar Nuri, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, İstanbul 1998, s. 30.
4. 3. 4. İhvan-ı Safa (İslam Ansiklopedileri)
İhvan-ı Safa cemiyetinin gayeleri, taassup içinde gördükleri Müslümanları aydınlatmak, din ve felsefeyi uzlaştırmak, tabiat ilimlerinden istifade ile kurdukları ilim zihniyetini ve felsefeyi yaymaktı. Düşüncelerini yayabilmek için devirlerinin bütün ilimlerini içine alan bir ansiklopedi meydana getirdiler. İhvan-ı Safa ekolünün bütün fikirlerini içeren “Risaleler” dört kısımdan meydana gelir.
1) Felsefi ve matematik ilimler.
2) Tabii ve cismani ilimler.
3) Psikolojik ve akli ilimler.
4) Kanun ve ilahi ilimler.
Alemin güzelliği, hikmeti ve iyiliği Allah’ın varlığının delili ve ispatıdır. İhvan-ı Safa, alemin, Allah’ın hür iradesi ile yaratılmış eseri olduğunu söyleyerek, Meşşai Filozoflar’la birleşirler. Hayvan ruhunun, insan ruhuna geçebileceğini kabul ederler. Tekamül (evrim) fikri de İhvan-ı Safa’da dikkat çekicidir. Fakat bu fikri Darwinizm’in ilk şekli olarak görmek yanlıştır. Çünkü onlar tabiatçı bir tarzda, şekillerin değişmesinden söz etmişlerdir.
4. 3. 5. Meşşai Filozofları
Özellikle 700-1100 yılları arasında Aristoteles’ci “Meşşai Okulu”ndan yetişen filozoflar Aristo felsefesini, Platon’cu ve Yeni Platoncu (Platinus) düşünce ile pekiştirmişlerdir. El-Kindi (ö. 872), İbn Sina (980-1037) ne güçlü temsilcileridir. İslami akılcılıkla birleştirmeye çalışmışlardır. Gazali (1058-1111) bunların eleştirisini yaptığı için o da meşşai düşünce içinde yer alır. (1) Gazali inançla aklı tamamen birbirinden ayırmıştır. Entüisyonist (sezgici) düşünceyi dünya felsefe literatürüne kazandıran Gazali, gerçek bilginin ve yaradılışın akılla kavranamayacağını, ancak “kalp gözü” adını verdiği altıncı hisle gerçeğe ulaşılabileceğini savunmuştur. Duyularla ve akılla, ancak zaman ve mekanla sınırlı gerçekliği kavramak mümkün olabilir.
(1) HANÇERLİOĞLU Orhan, Felsefe Sözlüğü, İstanbul 1973, s. 213.
4. 3. 6. Tasavvuf Akımı
Platon’un idealar teoremindeki gibi bu alem, külli iradenin bir yansıması olup, hayal ve gölgeden ibarettir. Mevlana’nın tabiri ile beden bir binektir. Yine Kur’an ayetlerine dayanarak, insan ruhunun Allah’tan bir parça olduğu savunulur. Sonsuz nitelikteki insan ruhu, asli vatanından kopmuş ve her yönüyle sonlu olan bedenin içine sıkıştırılmıştır. Ruh dünyada gurbetlik çekmekte ve bütün problemler de bundan doğmaktadır. İnsan akıl ve iradenin aynı sıra, bitki, hayvan ve canlı-cansız, evrendeki tüm yaratılmışların özelliklerini de bünyesinde barındıran bir varlıktır. (Vasat-ı Camia) İnsanın dünyadaki yegane amacı “hayvani nefs” diye tabir edilen her türlü arzu ve isteğin kaynağı ile mücadele edip, peygamberin model oluşturduğu “insan-ı kamil”e ulaşmaktır. Acılar arzu ve isteklerden doğar. Arzular boş kuruntulardır, çünkü dünya her yönü ile boş bir rüyadan ibarettir. Hayvani nefs’ten kurtulan insan, dünya heveslerinden ve zıtlıkların yarattığı kaostan kurtularak Tanrı’ya benzemiştir. Böylece Allah’ın iradesinde kaybolmuş, kendi benliğini yok etmiştir. Buna “vahdet-i vücud” denmektedir. Vahdet-i vücud doktrini, İran ve Anadolu sahalarında önüne geçilemeyecek derecede yayılmıştı. Özellikle 1200’lü yılların başında yaşanan Moğol istilasının getirdiği derin acılar, insanları bu akıma yönlendirdi.
Bu düşünceyi, İmam Rabbani (d. 1563) hoşgörülü bir şekilde eleştirmiştir. Sünni inancına göre, gözlerimizin önünde açılan fenomenler dünyası, gölge değil, hakiki bir varlıktır diyerek farklı bir yaklaşım getirmiştir. Vahdet-i Vücud’a geçiş, mantıklı bir netice olarak kabul edilmez. Rabbani, sufilerin bu hatayı manevi sarhoşluk içinde işlediklerini söyler. Ancak tarihte tasavvuf akımına her zaman hoşgörü ile yaklaşılmamış ve mutasavvıflar çok büyük baskı ve işkencelere maruz kalmışlardır.
Şu yadsınamaz bir gerçektir ki; tasavvuf akımı, Türk, İslam ve dünya tarihine Mevlana, Yunus Emre, Ahmet Yesevi gibi hümanist filozoflar kazandırmıştır. Ayrıca başta musıkı olmak üzere, sanatı yaşamın bir parçası olarak kabul etmişler ve bu alanda büyük değerler ortaya çıkarmışlardır.
4. 4. ORTA ÇAĞ İSLAM SANAT ANLAYIŞI
Müslüman sanatçılar şuurlu olarak mimesis’den (taklit) kaçınmışlardır. Bunun en büyük sebeplerinden biri İslam’da resim yasağı meselesidir. Kur’an’da kesin bir emir bulunmamakla birlikte, tasviri yani resim ve heykeli yasaklayan hadislerin bulunduğu gerçektir. Ne kadar farklı şekillerde yorumlanırsa yorumlansın, tasvir yasağı etkili olmuş ve Müslüman sanatçılar doğrudan doğruya “nonfigüratif”e yönelmişlerdir. Bu yasağın arkasında, putperestliğe karşı yapılan amansız mücadelenin şuuru vardır. Doğu medeniyetlerinin üstün sanat eserlerinin temel şartı olan soyutlama, psikolojik olmaktan ziyade, zihni (entelektüel) bir tavır alış olarak değerlendirilebilir. Tasvir yasağının pratik neticesi olan soyutlama, Müslüman sanatçının psikolojik olarak yöneldiği bir davranış değil, yönetildiği bir davranıştır. İslam’ın ilk devirlerinde figüratif çalışmaların bulunması da bunu gösterir. Woringer’in “Agora Fobi” olarak gördüğü endişe ise bütün mistik doktrinlerde var olan, görünenlerin temelinde bulunanı araştırma, Mevlana’nın deyişi ile ”Cihanın Canı”nı arama iradesidir. (1)
Müslüman sanatkar güzelliği yarattığına değil, keşfettiğine inanır. Sanatkarın bir mümin olarak görevi, sadece estetik zevki tatmin etmek değil, birliğin ve nurun perdesini aralayarak, hakikatin bilinmesine yardımcı olmaktır. İslam sanatı daima soyuta yönelmiştir. Bu yüzden geometrik unsurları tercih etmiş, tabiattan aldıklarını adeta tabiatsızlaştırmış, stilize etmiştir. (2)
Çıplak gözün gördüğü dünya, tasavvuf terminolojisiyle konuşacak olursak, kesret bir var olup yok olma dünyasıdır, bir “alem-i kevn’u fesad”dır. Önemli olan bu geçiciliği, görünüşteki karmaşayı aşmak, ardındaki mutlak kanunluluğu yakalamaktır. Sanatçı dış dünyanın şekillerinde fazla oyalanmaksızın fenomenlerin iç yüzüne dalmış, görünüşler dünyasının verdiği huzursuzluktan sıyrılarak, mutlak olanın verdiği huzura kavuşmuştur.
Mevlana’ya göre musıkı kitap-kelime üstü bir dil, tercüme istemeyen gönül dilidir. Kelimeler üstü olan bu lisan, beden içine gizlenmiş olan gönlü (kalp gözü) ilahi ve ebedi güzelliklerle besler. Diğer sanatlar görünen (zahiri) dünyaya aitken, musıkı insan ruhunun ait olduğu sonsuzluğun sesidir.
İslam sanat anlayışını en çok etkileyen filozoflardan biri de Pythagoras’tır.
Pythagoras M.Ö. 580-500 yılları arasında yaşamış, ünlü bir matematikçi ve gökbilimcidir. Ruh göçünü savunmuş ve sayı gizemciliğini ortaya atmıştır. Mısır (Hermes) ve Hint kaynaklı bu düşüncesinin yanı sıra, İran kaynaklı (Zerdüşt) olan ve karşıtlıkların evrenin kurucu ilkeleri olduğunu savunan görüşü de benimsemiştir.
Pythagoras tüm gök cisimlerinin ahenk içinde döndüğünü ve ahenkli sesler çıkardıklarını düşünüyordu. “Cosmos” adını verdiği, düzen ve ahenk üzerine kurulmuş bu evren, bir “harmonia” (uyum) idi. Müzik ise Cosmos’daki ahenkli nağmelerin yansıması idi. El-Kindi “cosmos” teoremini desteklerken, Farabi bunu gülünç bulmuştur. Musıkı aletlerindeki seslerin hava titreşimleri sayesinde meydana geldiğini savunmuştur. (3) İhvan-ı Safa Filozofları’nda musıkıyı bu yönde algılamışlardır. (4)
İslam sanatı, 7. yüzyıl sonlarında müslümanların fethettikleri, özellikle Bizans ve Sasani (İran) sanatından etkilendi. Beslendiği diğer bir kaynak ise Türkler gibi sonradan Müslüman olan kavimlerin sanatları idi.
(1) AYVAZOĞLU Beşir, Aşk Estetiği, İstanbul 2004, s. 49.
(2) AYDIN Mehmet S., Din Felsefesi, İzmir 1999, s. 304, 305.
(3) SENA Cemil, Filozoflar Ansiklopedisi, İstanbul 1978, C II, s. 103,104.
(4) ÇETİNKAYA Yalçın, İhvan-ı Safa’da Müzik Düşüncesi, İstanbul 1995, s. 24.
V. BÖLÜM
RÖNESANS FELSEFESİ
Yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans, 14. yüzyılda başlamış, 15. ve 16. yüzyıllarda doruk noktasına ulaşmıştır.
Ortaçağ Avrupa’sında felsefe işlevini yitirmiş, daha doğrusu felsefe kilisenin emrine girmişti. Kilise dini dogmaları daha çok pekiştirmek için, felsefeyi, kilise bilim adamları tarafından kullanılıyordu. Ortaçağ felsefesi kendi içine kapalı bir felsefeydi. Augustinus, Anselmus, Thomas gibi düşünürlerin bazı özgün yönlerine karşın, dogmalar içinde kapalı kalmışlar, onları aşamamışlardır. Doğrular hazır ve belli idi. Bunlar sorgulanamazdı. İnsan nedir sorusu unutulmuştu. Rönesans’la beraber bu soru yeniden gündeme geldi. İnsan nedir? İnsanın bu dünyadaki yeri ve anlamı nedir? Soruları sorulmaya başlandı. Martin LUTHER’in 1517 yılında başlattığı din hareketiyle, dini, insan doğasına uygun ve yaşanabilir bir hale getirmeyi amaçlamış ve bunun içinde sanatı kullanmıştır.
5. 1. III. MİMESİS KURAMI (Rönesans Sanat Anlayışı)
Rönesans’tan itibaren mimesis kuramı, Platon’un değil de, Aristoteles’in algıladığı şekilde gelişmiştir. Rönesans’ta sanat yine doğanın bir yansıması olarak kabul edilmiştir, ancak doğa sözcüğünden daha çok insan doğası kastedilmektedir. Neo-Klasikçiler’e, Rönesans sanatçılarına göre insan her yerde aynıydı. Kültüre ve coğrafi iklimlere göre insan ne kadar değişirse değişsin, zamana ve mekana göre değişmeyen ortak bir insan doğası genelde mevcuttur.
Aristo Poetika’da “şairin görevi gerçekten olan şeyi değil, olabilir “olanı anlatmaktır” diyor. Bu anlayış, Rönesans sanatçılarında da görülmektedir. Hayal edilen mükemmel bir dünyanın yansıtılması da mümkündür. Rönesans’ta canlanan bu “Yeni Platoncu” akım 18. yüzyılda İtalya, Fransa ve İngiltere’de oldukça yaygınlaşmıştır.
Rönesans, Neo-Klasik düşünürleri Aristo’nun Katharsis ya da sanatın işlevi konusunda ondan ayrılıyordu. Bunlara göre sanat, acı ve korku duygularıyla insanı tutkulardan uzaklaştırması yerine, öğretici (didaktik) olmalıdır. İyi bir eser hem zevk vermeli, hem de eğitmelidir. Yani sanattan beklenen eğlendirerek eğitmektir.
VI. BÖLÜM
AVRUPA’NIN AYDINLANMA DÖNEMİ
Ortaçağ boyunca Avrupalılar, Kudüs’ü ve kutsal emanetleri ele geçirmek bahanesiyle, doğuya haçlı seferleri düzenlediler. Asıl amacı ganimet elde etmek olan bu seferler sonucunda Avrupa, doğunun ileri kültürü, zenginlikleri ve geniş bilgi hazineleri ile tanıştı. İspanya’da kurulan Endülüs Emevi Devleti’nin de Avrupa’nın felsefi aydınlanmasında büyük payı vardır.
Osmanlı Devleti’nin güçlenmesi ve yayılması doğuya uzanan ticaret yolunu kapatmıştır. Özellikle tıbbi alandaki gereksinimleri baharat yolu sağlamaktaydı. Bundan dolayı Avrupa, doğuya ulaşabilmek için yeni yollar aramaya başladı. 15. yüzyılın sonlarında Hindistan’a gitmek isterken, tesadüfen Amerika kıtasını keşfeden, ancak yeni bir kıta keşfettiğini öğrenemeden ölen İspanyol denizci Kristof KOLOMB Avrupa’nın kaderini değiştirecek bir keşif yapmıştır. (Bu toprakların büyük bir kıta olduğunu ilk defa ortaya atan Amerigo VESPUCCİ adında bir Floransalı idi.) Başta İspanya, Portekiz ve İngiltere olmak üzere Avrupa devletleri kısa zamanda Amerika kıtasının sonsuz kaynaklarını sömürmeye başladı. Özellikle zengin altın yatakları Avrupa için sermaye oldu. Yüzyıllardır sefaletin beşiği olan Avrupa birden zenginleşti. Denizlerde de söz sahibi olmaya başlayan bu devletler, doğuya da baskısını hissettirmeye başladı. Özellikle Portekizli denizci Mekke’den dönen hacıların gemilerine saldırarak, vahşice katliamlar yaptı. (1)
Ekonomide gerçekleşen olağanüstü gelişmeler Avrupa’nın felsefesinden sanatına kadar bir çok alanı etkiledi. Rönesans ve reform hareketleri ile bilimin, düşüncenin ve sanatın ön plana çıktığı yeni bir devir başladı. Sanatsal, felsefi ve bilimsel alanda çok sağlam temelleri olan doğu bu hazinenin üzerine bir şey koyamadığı gibi mevcut olanı dahi değerlendirememiş ve hala değerlendirememektedir. İki bin yıl skolastizmin bataklığına saplanan Avrupa felsefesi, 17. yüzyılın aşlarında Descartes’in “düşünüyorum, öyleyse varım” sözü ile uyandı. Sonrasında bir çok filozofu, çeşitli görüşleri ortaya atmasıyla, felsefede yeni bir çağ açıldı. Özellikle 1900’lü yıllarda, bilim ve tekniğin baş döndürücü gelişme hızı bilim dallarının çeşitlenmesine sebep oldu. Bu da felsefenin kapsamını daralttı. Ayrıca üstün zekalı insanların bilim alanında değerlendirilmesi, filozofların tükenmesine yol açtı.
(1) LEİTHAUSER Joachim G., Ufkun Ötesindeki Dünyalar, İstanbul 2002, s. 73.
6. 1. Immanuel KANT
22 Nisan 1724 yılında Doğu Prusya’nın taşra kenti olan Köningsberg’te doğdu. Sekiz yaşından, on yaşına kadar, Pietist* okullarda okudu. Kant, ömrü boyunca Pietizm’in ilkeleri olan az şeyle yetinme, basit ama ahlaki bir yaşam sürme kurallarına bağlı kaldı. Rasyonalizm’i* savundu. Koninsberg Üniversitesinde önce ilahiyat, sonra matematik ve fizik öğrenimi gördü. Babası ölünce beş kız kardeşine hayat boyu para göndermesine rağmen, onları hiç görmedi. Üniversiteden ayrıldı, daha sonra 31 yaşında mezun oldu. Coğrafya öğretmeni oldu.
İlginç bir kişiliğe sahipti. Bulunduğu yerin 30 kilometre uzağında deniz olmasına rağmen, denizi görmeye hiç gerek duymadı. Her gün muntazam olarak, ıhlamur ağaçlarının çevrelediği filozoflar yolunda saat 3:30’da yürürdü. Her gün üniversiteye saat 11’de gelirdi. Sadece bir gün geç kalmıştı ve sebebi de Rousseu’nun “Emil” kitabını okumaya dalmasıydı.
Kant, Alman aydınlanmasını ve idealizmini başlatmıştır. Kant’ın yazı üslubu, sınır tanımazlığı ve zor anlaşılırlığı ile bilinir. Ancak ders verme kabiliyeti çok iyi idi ve kısa süre sonra her yerde tanınan bir sima oldu. Bunda bilimsel konuda çalışmalarının da etkisi oldu. Coğrafya konusunda verdiği yaz dersleri, üniversite dışından bile dinleyici buluyordu. Bu dersleri uzun yıllar boyunca sürdürdü ve fiziki coğrafyanın ilk akademik öğretmeni ünvanını kazandı. Felsefe dersleri vermeye başladı. 1770 yılında, 47 yaşında iken, mantık ve metafizik profesörü oldu.
1781 yılında Kant, “Saf Aklın Eleştirisi” adlı kitabını yayınladı. Hume’un metafiziği yok etmekle tehdit eden yıkıcı şüpheciliğine yanıt verebilecek bir sistemin olanaklılığını gördü. Kant metafiziğe, layık olduğu önemi iade etme gayreti ile hareket etti. Hume ve diğer “empiristler”le, insanın doğuştan birtakım fikirlere sahip olamayacağı konusunda hemfikirdi. Ancak sahip olduğumuz bilgilerin deneyimlere dayandığı şeklindeki iddiaya da katılmıyordu. Empiristler bilginin deneyimi esas alması gerektiğini düşünüyorlardı. Kant, tümceyi tersine çevirerek, tüm deneyimlerimizin bilgiyi esas alması gerektiğini söyledi. Kant’a göre zaman ve mekan, öznel görüşlerdir ve dünyayı algılayış biçimlerimizdirler.
1790 yılında dev eseri “Üçüncü Yargı Gücünün Eleştirisi”ni yayınladı. 1803 yılında Kant hastalandı ve 12 Şubat 1804 yılında öldü. Katedralin kuzeyindeki profesörler mezarlığına gömüldü. Son sözü “iyidir....” oldu. Mezar taşı üzerindeki yazı hiçbir zaman açıkça ifade etmediği ama hiç kuşkusuz inandığı tanrıya bağlılığını ifade eden sözleridir. “Üzerinde düşündükçe, iki şeyin ruhum daima yeni ve giderek artan bir hayranlık ve saygı ile dolduruyor. Üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası.
İlk çağdan beri iyi ve güzel kavramları eş anlamlıydı. Kant güzeli, her türlü çıkardan ve yarardan sıyrılmış bir kavram olarak açıklar. Kant’a göre güzel, evrensel bir kavramdır. Sanattan alınan hazzın niteliğine göre yüce kavramını ortaya atar. Yüce güzelin çekiciliğinden yoksundur ancak saygı uyandırır. Yüce heyecan uyandırır, güzel büyüler. Güzelliğin uyandırdığı duygu, algı ile başlar. Yücenin ki ise algıdan sonra gelir.
- Pietizm: 17. ve 18.yüzyıllarda Protestanlar arasında aklı ön plana çıkaranlarla, ortodoks kilisesine karşı yürekten dindarlığı ve aktif insan sevgisini savunan inançtır.
- Rasyonalizm: (Akılcılık) Bilginin kaynağında aklın bulunduğunu savunan akımdır. Rasyonalizm’in temel iddiası, aklın evrenle ilgili bazı doğruları kesin bir biçimde bilme gücüne sahip olduğu iddiasıdır.
6. 2. Arthur SCHOPENHAUER
22 Şubat 1788 yılında Almanya’nın Danzig kentinde doğdu. Prusyalılar Danzig’i işgal edince ailesiyle Hamburg’a taşındı. Babası tüccarlığa başladı. On yaşında Fransa’ya eğitim görmeye gitti. On beş yaşında ailesi ile iki yıllık eğitim gezisine çıktı. 1805 yılında, Schopenhauer 17 yaşında iken babası, işyerinin damından atlayarak intihar etti. Goethe ile tanıştı. Goethe; Arthur’un ileride çok ünlü bir kişi olacağını söylemesi üzerine, roman yazarı olan annesi onu kıskandı ve aralarında çok şiddetli bir kavga oldu. Oğlunu merdivenlerden aşağıya iten annesinin evinden ayrılarak Weimar’ı terketti ve bir daha annesini hiç görmedi. Ona, gelecek nesillerin ancak kendisi dolayısıyla hatırlayacağını söyledi. (1) Dresten’e taşındı ve büyük eseri olan ”İrade ve Tasavvur Üzerine Dünya” yı burada yazdı. 1807 yılında Gottüngen Üniversitesi’nde tıp eğitimi gördü. Tıp eğitimini hekimlik yapmak için değil, bilimsel bilgiler elde etmek için seçmiştir. 1810 yılında felsefe fakültesine geçti. Derslerini izlediği Kant’çı Schulzen’in etkisinde kaldı. Ficte’nin ünü onu Berlin’e çekti fakat bu felsefeyi beğenmedi.
Kafasında oluşmaya başlayan kendi felsefe sistemini ortaya koyma tutkusu vardı artık. Nitekim başyapıtı ”İrade ve Tasavvur Üzerine Dünya” 1819 yılında basıldı. Eserleri hayatının sonuna kadar hiçbir ilgi uyandırmadı. Hegel’le doruğa ulaşan Alman idealizmi, o günün düşünce dünyasında egemenlik kurmuştu. Almanya siyasal umutlarla doluydu ve geleceğe güvenle bakıyordu. Oysa Schopenhauer devlete de ilerlemeye de inanmıyordu. 1848 devriminin başarısızlığa uğraması bu umutları silip süpürünce, Schopenhauer felsefesinin kavranıp benimsenmesi için elverişli bir ortam doğdu. Beklediği ün ve hayran kitlesi, yaşamının son yıllarında umduğundan daha büyük ölçüde gerçekleşti. 1831 yılında Berlin’de baş gösteren kolera salgınından dolayı Frankfurt’a yerleşti (Hegel bu salgında öldü) Schopenhauer ömrünün sonuna kadar burada yaşadı. 21 Eylül 1860 yılında yalnız yaşadığı hayatı sona erdi. En sadık dostu köpeği idi. Schopenhauer daha genç yaşlarda, ten zevklerine düşkün bir kişi olarak yaşamaya başlamış, eğlenceye, bohemliğe ve cinselliğe düşkün bir kimse olarak davranmıştır. Bunun yanı sıra bencil, kendini beğenmiş, herhangi bir şeye kolayca inanmayan, işkilli ve evhamlı bir kişiydi. Pipolarının çalınmasından korktuğu için, onları kilit altında tutuyor, yatağının baş ucuna dolu bir tabanca koyarak uyuyor, berberin usturasına boynunu teslim edemediği için dışarıda tıraş olmuyordu. En kızdığı ve tahammül edemediği şeylerden biri de gürültü idi.
Schopenhauer’in felsefesi Pessimism (kötümserlik) adı ile felsefe literatürüne geçmiştir. Ona göre evren, sürekli birbirini yiyenlerin yeridir. Mutluluk diye bir şey yoktur. Mutluluk dediğimiz şey acı çekmediğimiz anlardır, acıların kısa sürelerle azalmasıdır. Hayatımızda ki etkin duygu acılardır. Varolmak, acı çekmek demektir. Hiç doğmamış olmak, doğmuş olmaktan iyidir. Mutluluk sonsuz bir kuruntudan ibarettir.
“Her türlü sınırlandırma insanı mutlu eder...Esenliğimizi ilgilendiren her konuda hayal gücümüzü dizginlemeliyiz. Yani öncelikle hayalimizde dünyalar kurmamalıyız; çünkü onları kurduktan hemen sonra üzüntüyle yeniden yıkmak zorunda olduğumuzdan, bize fazla pahalıya mal olurlar.” (2)
“Her ne olursa olsun, hayata belli bir ölçüye kadar dayanabilen bir kimse bile, yaşlandıkça, her şeyin bir hayal kırıklığı ve hatta bir aldanış olduğunu kavrar. Başka bir deyişle, koskoca bir aldanıştan başka bir şey olmadığını öğrenir.”
“ Hayatın birinci yarısı mutluluğa karşı duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı ve korku duygusuyla kaplıdır. Çünkü mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğunu ve acıdan başka gerçeğin varolmadığını fark etmiştir. Artık aklı başında insanların yakıcı zevklerden çok acısız bir hayata yönelmeleri bundandır.
“ Yaşamını ancak hem zihinsel, hem de bedensel çok büyük acılar yaşamadan geçiren kimse en mutlu yazgıya sahiptir, en canlı zevkleri ya da en büyük hazları tatmış değil.”
Eleştirmenler Schopenhauer’in düşünce tarzının genellikle Avrupa felsefesinden farklı olduğu üzerinde durmuşlardır. Doğu düşüncesinde ağır basan “dünyadaki kötülük” sorununun onu her şeyden fazla ilgilendirdiğini söylemişlerdir. Onun felsefesi yaşamdaki ve insanın içindeki kötülüklerden sıyrılmaya yönelik bir çaba olarak görülebilir. Bu kötümser felsefenin, ahlak alanında ileri sürdüğü öğreti, Schopenhauer’in kendisinin de belirttiği gibi dünyadan kaçmaya yönelik dinsel görüşlere yakın düşer. Ama Schopenhauer’a göre ahlaksal davranış ve kötülükten sıyrılma çabası “öte dünya”, “cezalandırma” veya “mükafatlandırma” ilkeleri üzerine temellendirilemez. Hiçbir menfi beklenti olmaksızın, gerçek iyiliği ortaya çıkaran tek duygu merhamettir. “İlahi emirlere ve ölümü takiben hayatta bir mükafat ve ceza yaptırımına sığınılıyor, fakat bu şekilde anlatılan ve telkin edilen ahlak kuralı altında saf bir egoizmin kımıldandığını derhal fark etmeliyiz. Daha doğrusu, bunlarda da insanın bencilliğini tatmin eden bir yan vardır. Burada kendiliğinden çıkar amacı olmayan bir ahlak duygusundan söz edilmesine imkan yoktur. (3)
(1) HİLAV Selahattin, Aşkın Metafiziği, Schopenhauer Felsefesi, İstanbul 1997, s. 75.
(2) SCHOPENHAUER Arthur, Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, İstanbul 1998, s. 155.
(3) TANYOL Cahit, Schopenhauer’de Ahlak Felsefesi, İstanbul 1998, s. 57.
6. 2. 1. Schopenhauer’ın Sanat Anlayışı
Schopenhauer, sanatın gerçekleşmesine sebep olan aşkı, doğanın insana gördürdüğü bir serap olarak tanımlar. Doğanın tek bir isteği vardır, o da türlerin devamını sağlamaktır.
Kadını erkeğe erkeği ise kadına yaklaştıran aşk ismini verdiğimiz hayal ve kuruntudur.
Doğa iradesi insan iradesinden çok kuvvetlidir. Bundan dolayı insan aşka karşı koyamaz.
“Türün iradesi, bireyin iradesinden o kadar güçlüdür ki, aşık sevdiği kişideki hoşuna gitmeyen nitelikleri görmezlikten gelir; sanki hiç birini görmüyormuş, bilmiyormuş gibi davranır ve kendini tutkusunun çevrildiği nesneye bağlar.Türün iradesi doyurulur doyurulmaz, ansızın ortadan kalkan ve geriye tiksinilecek hayat arkadaşı bırakan bu kuruntu ve aldanışa, böylesine kapılmıştır işte!...” (1)
Schopenhauer’a göre hayatın tamamı gibi aşkta anlamsız bir hayalden ibarettir. Sanat ise insanın sonsuz yönüne aittir. Anlamsız olandan anlamı çıkartmaktır. Herhangi bir insanın ölümü ona göre ölüm değildir. Çünkü o insan öldüğü zaman onun nitelikleri bir çok insanda devam etmektedir. Ancak başka insanlarda bulunmayan özellikleri kişiliğinde barındıran ve kendine has eserleri insanlığa armağan eden kişilerin ölümleri ölüm sayılabilir.
“Nesnelerin çekiciliği, bize dokunmadıkları ölçüdedir. Hayat hiçbir zaman güzel değildir; güzel olan hayat üzerine yapılmış tasvirlerdir sadece...” (2)
“Kaçamak esini yakalamak ve onu mısralara dökerek tenleştirmek lirik şiirin işidir. Lirik şairin dile getirdiği şey insanın en iç varlığıdır. Geçip gitmiş milyonlarca kuşağın ve gelecek kuşakların belli koşullar içinde her zaman duydukları ve duyacakları ve onlara aslına uygun canlı bir anlatım kazandırmak şiirle kabildir. Şair evrensel bir insandır. Bir insanın yüreğini kabartan bütün duygular insan doğasının her koşulu içine duyduğu ve ortaya koyabildiği bütün şeyler, ölümlü bir insanoğlunun gönlünde yer etmiş olan ve oluşup duran bütün izlenimler onun kendi öz alanıdır. Bundan ötürü şair şehveti de mistik duyuşu da anlatabilir... Çünkü şair insanlığın aynasıdır. Ve insanlığın ne duyduğunu aslına uygun bir biçimde gösterir insanlığa...”
“Trajedinin eğilimi ve son amacı, bizi; razı olmaya yöneltmek, yaşama iradesini olumsuzlayacak hale getirmek olduğu halde, komedi, bunun tam tersine, yaşamaya yöneltir ve yüreklendirir bizi. Gerçi komedinin de, bütün öteki hayat tasvirleri gibi, gözlerimizin önüne bir yığın acıyı ve iğrençliği serdiği doğrudur. Ama komedi bütün bunları geçici kötülükler gibi gösterir bize. Sonunda hepsinin neşe ile biten şeyler olduğunu, her zaman zafer kazanan umutlar gibi görülmeleri gerektiğini anlatır. Bundan başka, hayatın sayısız terslikleri arasından sadece gülünebilecek ve neşelenmeye yol açacak yanları seçer. Böylece koşullar ne olursa olsun, sevincimizi ve iyimserliğimizi sağlamak ister. Bütün olarak ele alındığı zaman, hayatın çok iyi olduğunu ve her şeyden önce eğlenilecek garip bir yönü bulunduğunu ileri sürer. Ne var ki daha sonra neler olup bittiğini görmememiz için, mutlu ve sevinçli bir olayla perdeyi kapatmak gerekir. Oysa trajedi, artık başka bir olayın ortaya çıkamayacağı biçimde sona erer.”
“Müzik hiçbir zaman fenomeni (görünüşleri) dile getirmez. Müziğin dile getirdiği şey; bütün fenomenlerin iç özü ve kendi varlığıdır. İradenin ta kendisidir. Bundan ötürü müziğin, belli bir neşeyi, şu ya da bu hüznü, şu ya da bu tutkuyu veya iç rahatlığını dile getirdiği söylenemez. Müzikte dile gelen şey, her çeşit ruhsal dürtünün ve koşulun dışındaki genel ve soyut özdür. Müzikte, bu soyut özü, kolaylıkla ve eksiksiz bir biçimde kavrarız.
“Melodinin yaratılması, insan duyarlılığının ve iradesinin en derin sırlarının keşfedilmesi, dahinin gerçekleştirdiği temel iştir. Dehanın çalışması burada her yerden daha bağımsız, daha kendiliğinden ve daha bilinçsizdir. Burada gerçek bir esin söz konusudur. Olumlu ve soyut şeylerin önceden edinilmiş bilgisi, yani fikir, sanatın her alanında olduğu gibi müzikte de yetersizdir. Çünkü müzisyenin dile getirdiği şey, dünyanın en iç özü ve en derin bilgeliktir. Müzik bunları kendisinin de kavrayamadığı bir dille anlatır. Bu bakımdan, uyandığı zaman hakkında hiçbir şey bilmediği nesneler üzerine sorulanlara şaşırtıcı cevaplar veren bir uyurgezere benzer. Müziğin özü üzerine uzun zaman düşündükten sonra artık bu sanattan zevk duymanın en tatlı bir haz olduğunu söyleyebilir ve bu hazzı tatmanızı öğütleyebilirim. İnsan ruhunu daha dolaysız ve derin biçimde etkileyen bir başka sanat yoktur. Çünkü hiçbir sanat dünyanın gerçek özünü müzik gibi dolaysız ve derin bir biçimde dile getiremez. Güzel ve yüce melodiler duymak ruhu yıkamak gibidir. İnsanı bütün pisliklerden, bütün zararlılıklardan ve bütün bayağılıklardan arıtır.” (3)
(1) HİLAV Selahattin, Aşkın Metafiziği, Schopenhauer Felsefesi, İstanbul 1997, s.43.
(2) HİLAV Selahattin, Aşkın Metafiziği, Schopenhauer Felsefesi, İstanbul 1997, s. 63.
(3) HİLAV Selahattin, Aşkın Metafiziği, Schopenhauer Felsefesi, İstanbul 1997, s. 64, 65, 66.
6. 3. Friedrich Wilhelm NIETZSCHE
15 Ekim 1844 tarihinde, Prusya sınırları içindeki Lutzen’e bağlı Röcken’de doğdu. Babası ve büyük babası pietist rahiplerdi. Dini eğitim veren okullarda okudu ve 19 yaşında papaz olmak için Bonn Üniversitesi’ne ilahiyat okumak için gitti. 1865 yılında kiliseyi bırakarak, Leipzig’e gitti. 24 yaşında frengi mikrobu kaptı ve bu rahatsızlık gelecekteki akıl hastalığına zemin hazırladı.
Schopenhauer’in kitabına bir sahafta rastlar ve düşüncelerini şu şekilde ifade eder. “Burada dünyayı, yani yaşamı ve insan doğasını korkunç bir muhteşemlikte gördüğü bir aynaya baktım. Burada hastalık ve şifayı, sürgünü ve sığınağı, cenneti ve cehennemi gördüm.”
Wagner’le tanıştı. Babası yaşında idi ve babasına benziyordu.
Nietzsche 32 yaşına rahatsızlanır, kaplıcaları dolaştı. Bu sırada Paul Ree aracılığı ile Lou Salome ile tanışır. Baş ağrıları felç şeklinde idi, onu günlerce yatağa bağlıyordu. Nietzsche, Paol Ree’ye kendisi için Salome ile kendisi için konuşmasını ister. Ree’de Salome’ye aşıktır. Üçlü bir ilişki kurulur.
Yaşamının son dört yılını akli dengesi sarsılmış olarak geçiren Nietzsche, 1888 yılında Torino’da büsbütün çıldırdı ve Almanya’da bir akıl hastanesine kaldırıldı. 25 Ağustos 1900 tarihinde öldü. (1) Son zamanlarında ablası Elizabeth ona baktı.
Ona göre İsa yıkılması gereken bir güç simgesiydi. İsa’dan önce, İsa’dan sonra yerine, Nietzsche’den önce, Nietzsche’den sonra diye adlandırılmalıdır demiştir. Ablasının eşi Förster, Yahudi düşmanıydı ve ablası Nietzsche ölünce onun notlarının arasına Yahudi düşmanlığını içeren paragrafları ekledi.”Ben bir insan değil dinamitim, tüm gelecek neslin dinamiti olabilirim” demiştir.
Nietzsche’ye göre sanatta iki yaratıcı unsur vardır. Bir görmekle kavranan Apollon, diğeri, sezgiyle kavranan Dionysos’dur. Antik çağ mitolojisinin etkisi ile Nietzsche, sanatı simgeleyen iki tanrı ismini sanata atfetmiştir. Apollon; ışığın, ölçünün ve dengenin tanrısıdır. Şarap tanrısı Dionysos ise, coşku, ilham ve müziği simgeler. (2)
Apollon: Apollon kelimesi, Anadolu’nun unutulmuş bir diline aittir. Zeus’un gece tanrıçası Leto’ya olan aşkından doğmuş, geceden doğduğu için ışık ve güneş tanrısıdır. Altın yayın kullanıcısı, altın lirin çalıcısıdır. Liri çaldığı zaman her türlü sanat olayı tanrısal düzene girer.
Efsaneye göre küçük Kupidon (Eros) altın oku Apollon’un kalbine sapladı. Apollon Daphne’ye aşık olur. Daphne Artemis’in ebedi bakirelerinden olan perilerden biridir. Apollon kızı kovalar, kız kaçar. Apollon kızı yakaladığı anda kız defne ağacına dönüşür. Bundan dolayı üstün sanat eserleri defne dalı ile mükafatlandırılır.
Dionysos: Bakkhos’un grekçe adı Dionysos’tur. Bakkhos şerefine tepelere çıkılıp, ateş yakılarak, şarap ve dans eşliğinde coşkulu eğlenceler yapılırdı. Bakkhos tarikatındakilere “İbakki” denirdi. “Zeybek” kelimesi “ibbaki”den gelmektedir.
Nietzsche’ye göre dionizik durum, en saf şekliyle müzikte gerçekleşir. Çünkü musıkıde hiçbir fenomen dile getirilemez. Ne sınır vardır ne görüntü. Dionizik insan, görünenlere bakmaz görünenler dalar ve temelinde bulunanı araştırır. Böylece insanla-insan, insanla-eşya arasındaki sınır ortadan kalkar. (3)
(1) NIETZSCHE Friedrich Wilhelm, Seçilmiş Düşünceler – Denemeler, İstanbul 1997, s. 6.
(2) BOZKURT Nejat, Sanat ve Estetik Kuramları, Bursa 2000, s. 161.
(3) KABAAĞAÇLI Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı), Merhaba Anadolu, Ankara 2002, s. 196-201.
6. 4. Lev Nikolayeviç TOLSTOY
Tolstoy, 28 Ağustos 1828 tarihinde Moskova’nın güneyinde, asil bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası kont Nikolay İlyiç TOLSTOY, 1812 yılı Napolyon savaşlarına iştirak etmiş, emekli bir yarbaydı. Tolstoy, çocukluk yıllarında ağabeyi Nikolay’ın etkisinde kalmış, gençliğe geçiş döneminde Rousseau’yu okumuş ve gençliğinde ise öne doğu dilleri ile ilgilenmiş, sonraları hukuk tahsilini tercih etmiştir. Hürriyete olan tutkusu hukuk fakültesini terketmesine sebep olmuştur. Tolstoy içinde bulunduğu zaman dilimini iyi izlemiş ve tanımıştır. Onun felsefi ve dini eserlerinin başında “İtiraflarım” yer alır. Tolstoy romanlarında insanı ve tavırlarını konu edinir. 82 yaşında hasta iken evden kaçtı ve 7 kasım 1910 yılında İstanbul’a hareket etmek üzere iken, mütevazi bir tren istasyonunda hayatını kaybetti. (1)
Tolstoy’a göre duygu aktarımını başaran her eser sanat eseridir. Sanatçı ve sanat eserinden çok sanat severin duygularına önem veriyordu. Tarihe geçmiş ünlü sanatçıların çoğu, zenginlerin duygularını dile getirmişler onların hoşuna gitsin diye (Shakespehare ve Dante gibi) sanat eseri meydana getirmişlerdir. Sanat eseri ne kadar çok kitle tarafından sevilir ise sanat değeri de o kadar yüksek olmalıydı. Ancak bu düşüncede sanatın metaya dönüştürülmesi tehlikesi olduğu için Tolstoy çıkmaza girmiştir. Diğer bir çıkmaz ise Tolstoy’un estetik duyguyu günlük diğer duygulardan ayırt etmemesidir.
“Tolstoy sanatın tanımını şöyle yapmaktadır; Sıkıntı sürecinde olgunlaşan, düşünceyle yoğunlaşan, emekle hazırlanan ve en iyiyi vermeyi amaçlayan faaliyete sanat denir. Yalnızca düşünce, sanatın oluşabilmesi için yeterli midir? Hayır! Sanatın gerçekleri ortaya koyabilmesi ve bir anlam ifade edebilmesi için, sevgi dolu, kötülüklere karşı, haz veren ve insanı sanatsal bir çaba ile yücelten özellikler taşıması gerekmektedir." (2)
(1) TOLSTOY Lev Nikolayeviç, İtiraflarım, İstanbul 2000, s. 1.
(2) TOLSTOY Lev Nikolayeviç, Sanat Nedir, İstanbul 2004, s. 67.
6. 5. IV. MİMESİS KURAMI (Toplumcu Gerçeklik)
Komünist sanat felsefesi olarak da bilinen, toplumcu gerçeklik düşüncesinin en meşhur öncüleri George LUKACS ve PLEHANOV’dur. 1885-1957 yılları arasında yaşamış olan Lukacs, Budapeşte Üniversitesi profesörüdür. Özellikle toplumbilim alanında yaptığı çalışmalarla ün kazanan Lukacs, Macaristan Milli Eğitim ve kültür bakanlıkları da yapmıştır. 1856-1918 yılları arasında yaşayan, Georgi Valentinoviç PLEHANOV ise, Rusya’da Marxçılığı ilk yayanlardandır ve Rus Marxçılığının babası sayılır. Lenin’den önce Marxçılığın en önemli ideologudur. (1)
Toplumcu gerçeklik, Marx’çı estetik ışığında gelişmiştir. Toplumcu gerçekçilik de sanatı mimesis (taklit) olarak algılar. Sanatçı da bir emekçidir ve kültürel doğasını geliştirmek için çalışır.Toplumun gerçekleri ve gelişen idealleri doğrultusunda sanat gerçekleşir.
Plehanov’a göre, sadece devletin hizmetinde olan ve toplumu belirli fikirler doğrultusunda etkilemeye çalışan her türlü sanat anlayışına karşıdır. Sanat bir takım fikirleri iletme aracı olmadığı gibi sanatın değerlendirilmesinde eserlerin düşünsel içeriğinde önemli bir rol oynamamalıdır. Aslında bir sanat eserine yansıyan genel ideolojik yapıyı, çağının ve toplumun somut şartlarına bağlamayı, eleştirinin başlıca işi olarak kabul ediyor. Ve edebiyatın doğru fikirlerden doğabileceğini söylüyor ama yine de sanatta bir ideolojik tutumun savunucusu olmuştur. Diğer taraftan da sanatı ideolojiden koparmaktadır. Aslında Plehanov’un fikirlerinde bir çelişki görülmektedir. Plehanov’da sanat ve güzellik ancak insanlara yararlılıkları ölçüsünde değerlidir. Bir eser, sanat bakımından güzel olabilir, fakat politik bakımdan yararlı değilse o ölçüde kaybeder. O halde ona göre sanatın toplumcu yanı estetik yanından daha ağır basmaktadır.
Yirminci yüzyıl başlarında ortaya çıkmış, 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nin resmi sanat görüşü olmuştur. (2)
(1) HANÇERLİOĞLU Orhan, Felsefe Ansiklopedisi, İstanbul 200, C. I s. 379, C. II, s. 151.
(2) TURGUT İhsan, Sanat Felsefesi, İzmir 1993, s.29,30.
6. 6. FREUDYEN SANAT ANLAYIŞI
Avusturyalı doktor ve düşünür Sigmund FREUD (1856-1939) ruhla bilincin ayrı şeyler olduğunu ve bunların birbirlerine indirgenemeyeceğini ileri sürerek “psikiyatri” denilen ruh hekimliğini kurmuştur.
Psişik enerji; insanın her türlü akli, bedensel ve duygusal aktivitesini sağlayan güçtür. Freud’un “id” olarak adlandırdığı arzu, hırs gibi dürtülerin oluşturduğu iç güdü sistemi, psişik enerjinin zararlı eylemlere yol açabilir. Sanat insanın bu enerjisini zararlı işlere harcamasını engelleyerek, inanı kötülüklerden uzaklaştırır. Aklını, bedenini ve duygularını olumlu yönde geliştirir. Sanat; çocukluğumuzda sistematik olarak unutulmuş hatıraların, bilinçaltından, semboller şeklinde dışarı çıkarak stilizasyona uğrayıp zararsız hale gelmesidir. Psikanaliz ise sanat kuramlarını etkilemiş, sanat eserlerinin anlaşılmasına katkıda bulunmuş ve yirminci yüzyılda ortaya çıkan sürrealizm gibi sanat akımlarına kaynak olmuştur.
6. 7. ESTETİK
Estetiği bağımsız bir bilim olarak öne süren ve adlandıran Alman düşünürü Alexander BAUMGARTEN’dır. Onun verdiği anlamla bu, “duyusal bilginin bilimi”dir. Yunanca “duyum” anlamındaki “aesthesis” sözcüğünden türemiştir. 1750 yılında bir kitabını bu isimle yayınlamıştır. Estetik bir felsefe kolu olarak Kant’la önem kazanmıştır. Amacı “güzel” üzerine düşünme sanatıdır.” Kant, Baumgarten’dan aldığı “estetik” terimini ustaca kullanarak geliştirmiş ve ona felsefesel bir anlam kazandırmıştır. Kant’a göre estetik akıl, kuramsal akılla, uygulayıcı akıl arasında bir köprüdür ve kuramın uygulama alanındaki denetçisidir. Estetik akıl bir yargı gücüdür ve doğru düşüncenin iyi uygulandığını, güzel kıstası ile yargılar. Gerçekleştirmek istediği “güzel üzerine düşünme sanatıdır.” Marxçı estetik, bütün bu idealist görüşlerden ayrılır. Marxçı estetiğe göre sanat, insanın doğayı dönüştüren emeğinin bir ürünüdür. Estetik tutum, yaratıcı emekteki, bir gereksinmeyi karşılama mutluluğunu aşarak, bizzat yaratıcılığın mutluluğuna ulaşmakla başlar.
Kaynak
- Tuncay DAĞLI
Kaynakça
1. ABBASLI Nasyonel Sosyalistle, Cengiz HAN, İstanbul 2001.
2. AKURGAL Ekrem, Anadolu Kültür Tarihi, Ankara 1997.
3. AYDIN Mehmet S., Din Felsefesi, İzmir 1999.
4. AYVAZOĞLU Beşir, Aşk Estetiği, İstanbul 2004.
5. BOZKURT Nejat, Sanat ve Estetik Kuramları, Bursa 2000.
6. BÖLÜKBAŞI Rıza Tevfik (Feylesof Rıza), Felsefe Dersleri, Ankara 2001.
7. ÇAĞATAY Aykut, Cengiz HAN’ın Liderlik Sırları, İstanbul 2001.
8. ÇETİNKAYA Yalçın, İhvan-ı Safa’da Müzik Düşüncesi, İstanbul 1995.
9. De BOER T. J., İslam’da Felsefe Tarihi, İstanbul 2001.
10. DOHERTY Paul, Büyük İskender, Bir Tanrının Ölümü, İstanbul 2004.
11. ERDEM Hüsameddin, İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Konya 2000.
12. ERKUL Vedat, Sanat ve İnsan, İstanbul 1996.
13. HANÇERLİOĞLU Orhan, Felsefe Sözlüğü, İstanbul 1973.
14. HANÇERLİOĞLU Orhan, Felsefe Ansiklopedisi, İstanbul 2000.
15. HERAKLEİTOS, Kırık Taşlar, İstanbul 2003.
16. HİLAV Selahattin, Aşkın Metafiziği, Schopenhauer Felsefesi, İstanbul 1997.
17. İbn RÜŞD, Faslu’l Makal (Felsefe – Din İlişkisi), İstanbul 1999.
18. KABAAĞAÇLI Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı), Merhaba Anadolu, Ankara 2002.
19. LEITHAUSER Joachim G., Ufkun Ötesindeki Dünyalar, İstanbul 2002.
20. LIVIUS Titus, Roma Tarihi, İstanbul 1992.
21. NIETZSCHE Friedrich Wilhelm, Seçilmiş Düşünceler – Denemeler, İstanbul 1997.
22. ÖZDEMİR Mehmet, Endülüs Müslümanları, Ankara 1994.
23. ÖZDEMİR Mehmet, Endülüs Müslümanları - İlim ve Kültür Tarihi, Ankara 1994.
24. ÖZTÜRK Yaşar Nuri, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, İstanbul 1998.
25. SCHOPENHAUER Arthur, Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, İstanbul 1998.
26. SENA Cemil, Filozoflar Ansiklopedisi, İstanbul 1978.
27. TANYOL Cahit, Schopenhauer’de Ahlak Felsefesi, İstanbul 1998.
28. TOLSTOY Lev Nikolayeviç, İtiraflarım, İstanbul 2000.
29. TOLSTOY Lev Nikolayeviç, Sanat Nedir, İstanbul 2004.
30. TURGUT İhsan, Sanat Felsefesi, İzmir 1993.
31. KRANZ Walther, Antik Felsefe, İstanbul 1994.
Friglerin M.Ö 676 yılında Kimmerler’ce yıkılmasını fırsat bilen kral Gineds başkenti Sardes olan, bağımsız bir devlet kurdu. Gediz ve Menderes ırmakları arasındaki bölge Lidya ismiyle anılır. Pers istilası sonucu yıkılmışlardır.
1. 4. 5. Truva Savaşı
Yukarıda bahsettiğimiz medeniyetlerin dışında, Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde Urartu, Girit adasında Knossos ve İzmir, Foça, Milet, Efes ve Bodrum civarlarında kurulan İyon medeniyetleri, Anadolu kültür, sanat ve medeniyetinin oluşmasında pay sahibi olmuşlardır.
Bilim adamları tarafından M.Ö. 1200’lü yılların başlarına tarihlenen Truva Savaşı, Aka’lar ismi ile anılan Mora Yarımadası (Peleponnes) Yunanistan (Hellas) ve Batı Trakya (Teselya) bölgelerindeki şehir devletleri ile Anadolu’da yaşayan devletlerin savaşıdır. Çanakkale’de gerçekleşen savaş hakkında en ayrıntılı bilgiyi bize Homeros’un “İlyada” destanı vermektedir. Hıristiyanlığın ortaya çıkmasına kadar kutsal kitap olarak değerlendirilmiştir. Savaşın anlatımının yanı sıra antik çağ tanrıları ve inançları hakkında da bilgi veren bir kitaptır. İyonyalı Homeros bu eseri savaştan 400 yıl sonra M.Ö. 800’lü yıllarda oluşturmuştur. Yüzyıllardır efsane olarak kabul edilen bu savaş, arkeolog Schıllman’ın 1870 yılında Çanakkale Hisarlık tepesinde yaptığı kazılar sonucunda ortaya çıkmıştır. Truva şehri ayrı zamanlarda inşa edilmiş 9 kat olarak ortaya çıkmıştır. Birinci şehir M.Ö. 3000-2750 arasına tarihlenmiştir. Homeros’un bahsettiği “Troia” 6. kattır.
Troia kralı Priamos’un Alexandros Paris ve Hektor adında iki oğlu vardır. Küçük oğlu Paris, Sparta kralı Menelaos’un karısı Helena’yı kaçırarak Troia’ya getirir. Menelaos Akaların en nüfuzlu olan “Mykene” kralı Agamemnon’un kardeşidir. Bu olayı bahane eden Akalar, birleşerek Troia’ya saldırır. Baş komutanlığını Agamemnon’un yaptığı Akalar 1000 gemiye yakın kalabalık bir ordu ile Troia sahillerine çıkarlar. Troia’lıların asker sayısı Akaların onda biri kadardır. İlyada Destanı 10 yıl süren savaşın son 51 gününü kapsar. Savaşın ilk safhalarında kahraman savaşçı Akhilleus (Aşil) esir aldığı Hektor’un yeğeni olan kadın yüzünden, kral Agamemnon’la tartışır ve savaştan çekilerek, seyirci kalmayı tercih eder. Savaşın sonlarına doğru Akhilleus’un çok sevdiği Patroklos, gizlice Akhilleus’un zırhlarını kuşanarak Hektor’un karşısına çıkar ve Hektor onun boğazını keser. İntikam almak için Akhilleus Hektor’u teke tek çarpışmaya davet eder ve onu öldürdükten sonra at arabasının ardına ayaklarından bağlayarak sürükler. Bu acıya dayanamayan Troia kralı Priamos Hektor’un ölüsünü, dini töreninin yapılıp, yakılması için istemiş ve almıştır. Hektor’un ölümü ile başsız kalan Troia’lılar yine de mağlup olmamış ve savaş devam etmiştir. Troia’yı bilek gücü ile ele geçiremeyeceğini anlayan Akalar hileye başvurmuşlardır. Homeros’un ikinci destanı “Odysseia” ya konu olan İthake kralı Odysseus, gemileri toplayarak geri çekilmiş gibi yapıp, bu arada içine 20 savaşçının girdiği büyük bir tahta atı hediye olarak verirler. Atı şehir surlarından içeri sokma gafletinde bulunan Troialılar kendi sonlarını hazırlarlar. Eğlence ve alkolle rehavete kapılıp uyuyan halk, Odysseus’un da içinde bulunduğu 20 savaşçının tahta atı terk edip şehir kapılarını açmasıyla kılıçtan geçirilir. Yağma ve talan şehrin yakılması ile son bulur. Kral Priamos ve ailesi, içlerinde Hektor’un 5 yaşındaki oğlu da dahil olmak üzere katledilir. Hektor’u öldüren kahraman Akhilleus, Alexandros Paris tarafından okla topuğundan vurulur ve sonra öldürülür.
Truva savaşına sadece Troialılar değil, Anadolu’da yaşayan tüm kavimler katılmıştır.
M.Ö. 5. yüzyılda İran’da yaşayan Persler, Medlerle birleşerek batıya saldırdılar. Kral Darius 490 yılında Yunanistan’a girdi. Darius’un oğlu Kserkses 480 yılında karada Termoplei Savaşı’nda Spartalılar’a ve denizde Atinalılar’a mağlup olunca Pers egemenliği sona erdi. Bu savaştan sonra şehir devletleri konumunu koruyan bölgede, Spartalılar ve Atinalılar, 431-404 yılları arasını kapsayan 23 yıl savaştılar. Savaşı Spartalılar kazandı ve gönderdikleri 30 tiranla Atina’yı yönettiler. 336 yılında Makedonya kralı II. Filip’in öldürülmesi ve yerini Büyük İskender’in alması yeni bir dönemi başlattı. 334 yılında Çanakkale üzerinden büyük Asya seferine çıktı. Granikos’ta İran kralı III. Darius’u yendi ve 11 yıl süren sefer Büyük İskender’i Hindistan kapılarına kadar getirdi. Amiral Nearhos’u Hint Okyanusu’na keşfe gönderdi. Arabistan ve Hindistan seferleri konusunda karar vermek üzere olduğu zaman Babil’de idi. 319 yılında bu şehirde öldü. Amiral Nearhos’un gemide verdiği bir partide rahatsızlandı. Aşırı alkolden öldüğü kabul görse de, zehirlendiği iddiası da kuvvetli bir ihtimaldir. Büyük İskender’in ölümünden sonra, bir süre general Antipater yönetiminde kalan imparatorluk, kısa zamanda yıkıldı. İskender’in ölümü muamma olarak kaldı ve hiç kimse zehirlendiği yolunda hiçbir şey yazamadı. Çünkü iktidar sahibi Antipater onun en büyük muhalifi idi ve Antipater’in oğlu İskender’in baş şarapçısıydı. (1)
(1) DOHERTY Paul, Büyük İskender, Bir Tanrının Ölümü, İstanbul 2004, s. 144.
1. 4. 6. Roma İmparatorluğu
Troia Akalılar tarafından işgal edilince Dardanos (Çanakkale) ordusu komutanı Aeneias, gemileri ile Anadolu’dan ayrılarak Makedonya ve Girit’e uğradıktan sonra Kuzey Afrika kıyılarındaki Kartaca’da gemisi kazaya uğrar. Burada kraliçe Dido ile uzun bir aşk yaşar. Bir kehanet neticesinde Kartaca’dan ayrılır. (Kraliçe dido intihar eder) Roma’nın kuzeyindeki Etrüsk’ü işgal eder. Zamanla büyüyen devletin 14. kuşağında kral Proca oldu. Numitor ve Amilyus adına iki oğlu vardı. Taht büyük oğlu Numitor’a kalınca, Amilius babasının tahtına zorla oturdu. Numitor’un kızı Rhea’yı kandırarak vesta rahipliğine tayin etti. Böylece çocuk yapmasını engelleyerek, tahtını korumayı düşündü. Rhea kaçırıldı ve Romus ve Romulus adlarında iki erkek çocuk dünyaya getirdi. (1) Romus, Romulus’u öldürerek tahtı ele geçirdi ve Roma İmparatorluğu’nun temelleri atılmış oldu. İtalya’da kuvvetlenen ve İspanya, Fransa, Britanya, Doğu Avrupa, Yunanistan, Anadolu, Suriye, İran ve Kuzey Afrika’yı kaplayarak büyük bir imparatorluk haline gelen Roma M.S. 395 yılında doğu (Bizans) ve batı olarak ikiye ayrıldı. M.S. 476 yılında Batı Roma İmparatorluğu, 1453 yılında ise Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu yıkıldı.
(1) LİVİUS Titus, Roma Tarihi, İstanbul 1992, C I, s. 27-29,31.
II. BÖLÜM
KOZMOLOJİK DEVİR (Doğa Filozofları)
Gerçek anlamda felsefe M.Ö. 6. yüzyılda, bu günkü Batı Anadolu kıyılarında, İonia’da başlamıştır. Bu dönemin önemli filozofları Miletos (Milet) okulundan yetişmiştir. Bu bölgede felsefenin doğabilmesi için her şart mevcuttu. İoniya’da şehir devletleri (polis) vardı ve bunların hepsi yüksek refah düzeyine erişmişlerdi. Bundan sonra geriye kalan, bireyin merakı idi. Kişi verilen ve öğretilen şeyleri yeterli bulmayıp, varolanların nedenini araştırmaya başladığı anda felsefenin temeli atılmış oldu. Tabiatın kaynağının ne olduğu sorusunu sorarak, gözleme dayalı cevap aramışlardır. Başlıca meseleler; tabiatın nasıl ortaya çıktığı, dünyanın şekli ve yapısı, güneşin ve ayın mahiyeti, dünyanın onlarla münasebeti gibi konulardı. Onlar organik alem ve insan problemiyle pek ilgilenmemişlerdir.
2. 1. THALES
Thales M.Ö. 624-547 yılları arasında yaşamıştır. Miletos (Milet)* doğumludur. 78 yaşında ölmüş ve Lidya kralı Kroisos döneminde yaşamıştır. Doğa görüşünü ilk defa deneylere dayanarak geliştiren “Thales” bu özelliğinden ötürü felsefenin başlangıcı sayılmıştır. Ona göre yaratılışın kaynağı “su” idi. Bu görüşün altında mitolojideki denizler tanrısı “Oceanos” dan esinlenme vardır. Suyun içinde bir yaratma gücü olduğuna inanıyordu. Yeryüzünün suların üzerinde yüzdüğünü düşünmüş ve depremleri buna bağlamıştır. Her şeyin bir ruhu olduğuna ve her şeyin tanrılarla dolu (Daimon) olduğu düşüncesinde idi.
Mısır’a ve Babil’e gitmiş, piramitlerin boyunu ölçüp, geometriyi ve astronomiyi Anadolu’ya getirmiştir. (1) Yuvarlak (daire) içine ilk defa dik açılı bir üçgen çizen Thales’tir. Matematiğin yanı sıra astronomi ile de ilgilenmiştir. Mıknatısın canlı olduğunu söyledi.
(1) ERDEM Hüsameddin, İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Konya 2000, s.79.
- Miletos İzmir’in güneyinde, Söke-Milas yolunun batısında, şimdiki adıyla “Balat” köyünün olduğu yerdir. (Antik zamanda deniz kıyısı imiş.) Büyük menderes nehrinin yığdığı çamurlardan dolayı denizden ayrılmıştır.
2. 2. HERAKLEİTOS
M.Ö. 540-480 yılları arasında Ephesos’da (Efes) yaşamıştır. Antikçağ felsefesinin, özellikle tüm deney dışı felsefenin en büyük düşünürüdür. Çağdaşlarını öyle aşmıştır ki iyice anlayamadıkları için ona “Karanlık” (The Dark) demişlerdir. Soylu bir ailenin büyük oğludur. Büyük oğula kalan kral rahipliğini küçümseyerek kardeşine bırakmıştır. Herakleitos’un rejim değiştirecek kadar nüfuzlu bir kişi olduğu bilinmektedir. Efesliler ondan devlet yasalarını hazırlamasını istemişler, o cevap bile vermemiştir. Herakleitos sık sık Artemis tapınağında çocuklarla misket oynarmış. Bir gün kendisini bu durumda görenlere – Sizinle birlikte devleti yönetmek daha mı iyi sanki! demiştir. Hayatının son dönemlerinde dağlara çekilmiş, bitkilerle beslenerek, tam münzevi bir hayat sürmüştür.
Doğanın temel maddesi olarak ateşi kabul etmiştir ve sonsuz hareket ve değişim gücüne sahip olduğuna inanmıştır. Tüm nesnelerin bir ve aynı ögenin değişmesinden oluştuğunu savunmuştur. Ancak değişmeyen tek şey “Logos”tur.* Logos her şeyin nedeni olan tanrısal bir evren yasasıdır ve kendini karşıtlıklarla gösterir. Varlık yokluğu, yokluk varlığı doğurur. Yaşamak ve ölmek aynı şeylerdir. Ölümsüzler ölümlüler, ölümlüler ölümsüzlerdir. Bunların yaşamı onların ölümü, onların ölümü de bunların yaşamıdır. Aynı olmasalardı, değişerek birbirleri olamazlardı. Soğuk ısınır, sıcak soğur, yaş kurur. Herakleitos, “Her şey ancak karşıtların kavgasından doğar” diyor. Zaman ona göre dama taşı sürerek oynayan bir çocuktur ve olduğu yerde kalan hiçbir şey yoktur. “Bir ırmakta iki defa yıkanamazsın, çünkü ırmakta değişmiştir, sen de” diyor Herakleitos.
Onun düşüncelerini, günümüze ulaşan “Doğa Üstüne” adlı yapıtından öğreniyoruz. Yaygın ününe ve etkisine karşın, yüzyıllarca “muammacı” “karanlık” gibi sıfatlarla anıldı. Anca 18 ve 19. yüzyıllarda Avrupa’da gerçek yansımasını buldu. (1)
(1) HERAKLEİTOS, Kırık Taşlar, İstanbul 2003, s. 10.
- Logos: Log = Kavrama, Os = Akıl kelimelerinin birleşiminden oluşur ve akılla kavranan anlamındadır. Kendi cümleleri ile aktaralım: Benim değil, Logos’un sesini duyduktan sonra, bütün şeylerin bir tek şey olduğunu söylemek bilgeliktir. Bütünle bütün olmayan, birlikle çokluk olan, anlaşma ve anlaşmazlık, bütün şeylerden bir şey ve bir şeyden bütün şeyler Logos’ta birleşirler.
2. 3. ANAKSİMENES
Miletoslu düşünür Anaksimenes M.Ö. 550-480 yılları arasında yaşamıştır. Üçüncü büyük doğa filozofudur.
Evrende her şeyin türediği temel maddenin “hava” olduğunu ileri sürmüştür. İnsan ruhu da havadan ibaretti. Tüm varlıklar havanın sıklık ve seyrekliğinden oluşur. Hava seyreldikçe ateşi, sıklaştıkça sırasıyla yel, bulut, su ve toprağı meydana getiriyordu.
Ay’ın ışığını güneşten aldığını söyleyerek, ay tutulmasını ilk defa doğru olarak o açıkladı ve bununla ilişkili bir deprem kuramı ortaya attı. (1)
2. 4. ANAKSAGORAS
M.Ö. 500-428 yılları arasında yaşamış, İyonya’nın Klazomen (Urla) kasabasında doğmuştur. Atina’ya ne zaman geldiği belli olmayan Anaksagoras, Atina’yı felsefe konusunda uyaran filozof olarak kabul edilmiştir.
Güneşin kızgın bir maden külçesi olduğunu düşünmüştür. Ona göre öncesinde her şey bir aradaydı ve sonsuzdu. Her nesnede her nesneden bir parça vardı. İlk kaynak ona göre akıl-ruh anlamlarına gelen “nus”tu. Nus’un kımıldaması ile her şey oluştu. Hiçbir nesne meydana gelmediği gibi yok da olmaz.
(1) KRANZ Walther, Antik Felsefe, İstanbul 1994, s. 34,35.
2. 5. DEMOKRİTOS
M.Ö. 460 – 370 yılları arasında yaşamıştır. Antik çağ materyalizm ve atomculuğunun önde gelen düşünürlerindendir. Atomculuğun birinci basamağı olan Empedokles ve ikinci basamağı Anaksagoras’tan sonra üçüncü ve en yetkin basamak olan öğretmeni Leukippos’la birlikte ”Addera Düşünürleri” adıyla anılırlar. Her ne kadar Aristoteles bu ikisini bir olarak öne sürmüşse de, Demokritos’un Leukippos’a göre üstünlüğü ve büyüklüğü tartışılmaz. Çok sayıdaki eserlerinde günümüze ulaşan olmamıştır, ancak onun törebilimsel sözlerinden bir çoğu bir antik çağ antolojisi aracılığıyla elimizdedir. Üzerine eğilmediği hemen hemen hiçbir konu yok gibidir.
Demokritos’a göre iki ilk (başlangıç) vardır. Boşluk ve atomlar. Bölünmez parçacıklar olan atomlar, değişmez, ilksiz ve sonsuz bir hareket içinde bulunan ve birbirlerinden ancak Biçim, hacim, durum ve düzen bakımından farklı olan şeylerdir. Bu atomlar, sonsuz boşluk içinde sürükleniyorlar, birbirlerinin üzerine gelerek çarpışıyorlar. Kimileri uzağa atılıyor, kimileri de birbirine sarılıyor ve birleşmiş cisimleri meydana getiriyor. Bütün nesneler bu atomların bir araya gelmesinden oluşmuştur ve çözülüp ayrılınca yok olurlar. Demokritos’un günümüze ulaşmış bir sözü şudur; “ Cosmos’un kuruluşunda bütünden, her çeşit atom biçimlerinden kurulmuş bir kasırga ayrıldı. Bu sırada atomlar çepçevre serpildiler. Bu olurken benzerler benzerlere yasası etkisini gösterdi...
2. 6. DİOGENES
Sinop’ta M.Ö. 404, veya 411, 412, 413 yıllarından birinde doğmuştur. Ölüm tarihi ise 323, 324 ve 327 yıllarından biridir. Öyküleriyle ünlenmiş ve öğretmeni Antisthenes’le birlikte ”Kynik” okulunu kurmuştur. İnsanın zorunlu olarak hayvani gereksinmeleri ile yetinmesi gerektiğini savunmuş, toplumsal standartlar, dinsel kültler, sınıf ayrılıkları ve uygarlıklarla alay etmiştir. Babası ile birlikte kalpazanlık yapmış, Sinop’taki kamu bankasını yönetmiştir. Paranın piyasada çoğalması ile piyasada canlılığı sağlamış, bu başarısından sonra sürgüne gönderilmiş, “Kynik”* olmuş ve insanlara küserek bir fıçının içinde yaşamaya başlamıştır. Adaşı Diogenes Laertius ünlü yapıtında ondan uzun uzun bahseder ve onun diyalog ve trajediler yazdığını söyler.
2. 7. EMPEDOKLES
M.Ö. 483 – 423 yılları arasında Sicilya’da yaşamıştır. Sicilya’nın Agrigento (Akragas) kentinde doğmuştur. Kendinden önceki düşünürler evrensel yapının ilk özdeği (arkhe) olarak tek madde ileri sürmüşlerdi. Empedokles bu maddeyi dörde çıkardı, su (Thales), hava (Anaksimenes), ateş (Herakleitos), toprak (Empedokles). Empedokles’in bu dört özdekli evren varsayımı bütün ortaçağ boyunca geçerli olmuş, İslam tasavvufunu da etkilemiştir.
Ona göre doğmak ve ölmek diye bir olgu yoktu, sadece maddelerin birleşmesi ve dağılması söz konusu idi. Sevgi (çekme) ve nefret (itme) adını verdiği, iki karşıt kozmik güç, bu dört maddenin birbiri ile karışmasına ve dağılmasına doğum ve ölümden kurulan ezeli ve ebedi geliş gidişi sağlıyorlar. Tanrı olduğunu öne sürerek kendisini Etna yanardağının kraterinden içeri atmıştır.
- Kynik : Sokrates’in öğrencisi Atinalı Antisthenes’in (M.Ö.444-365) dünyanın bütün zevklerinden el çekerek yaşamayı öneren öğretisidir. Kynik “köpek” demektir. Diogenes Antisthenes’e yaklaştığı zaman Antisthenes ondan hiç hoşlanmaz ve sopayla onu döverek kovar. Diogenes’in Antisthenes’e uyarak köpeksi bir hayatı seçmesi bu düşünceye “Kynik” adının verilmesine sebep olur.
III. BÖLÜM
ANTROPOLOJİK DEVİR (Sokrates-Platon-Aristoteles)
3. 1. SOKRATES
M.Ö. 470 yılında, Atina’ya yirmi dakikalık yürüyüş mesafesinde olan Lykabettos’un eteklerindeki bir köyde dünyaya geldi. Babası taş ustası annesi ebe idi. Gelenek üzere babasının yanında çıraklığa başladı. İlk Atinalı filozof olan Anaxagoras’ın öğrencisi olduğu sanılıyor. Daha sonra Sokrates filozof Archelaos’un öğrencisi oldu. Felsefenin yanında matematik ve astronomi dersleri de aldı.
Sokrates derslerini Atina’nın agorasında uygulamıştır. (Bu gün hala Akropol’ün altında kalıntıları vardır.) Otuz yaşında Delphoi’li kahinler tarafından “tüm insanların en bilgesi” olarak tanımlanmıştır. Buna karşılık Sokrates; “Biliyorum, çünkü, hiçbir şey bilmediğimi biliyorum” sözünü söylemiştir.
Sokrates’e göre, dünya üzerine değil, kendimiz üzerine düşünmeliydik. Çiçero onun için “felsefeyi gökten yere indirmiştir” ifadesini kullanmıştır. O aptalca gevezeliklerin foyasını ve insanların yanılgılarını ortaya çıkarmakta tam bir ustaydı. Hiçbir şey bilmediğini iddia ederek, karşısındaki insandan ne bildiğini açıklamasını isterdi. Sokrates’in becerikliliği, ustalığı ve kurnazlığı, sohbet arkadaşlarını bile çileden çıkartmıştır. Hayatı boyunca konuşmuş, hiçbir şey yazmamıştır. Öğretisini Platon ve Aristoteles’in eserlerinden biliyoruz.
Mitolojik hikayeleri çürütmeye çalışmış, Tanrılara ve batıl inançlara karşı çıkmıştır. Cinler’in, perilerin ve tek Tanrı’nın varlığına inanıyordu.
Toplum düzenini ahlakla temellendirmeye çalışmış, insanın kendinden başka bir şeyi bilemeyeceğini söylemiştir. Sokrates tarafından söylendiği kesin olan iki önerme vardır;
1. Erdem bilgidir. 2. Bilerek ve isteyerek kötülük edilemez. Kötülük cahillikten doğar. Bizi mutluluğa eriştirecek tek şey erdemdir. Aynı zamanda Çin’de Konfüçyüs’te hemen hemen Sokrates’le aynı şeyleri söyledi, ancak birbirlerinden haberleri yoktu.
Sokrates’in yaşadığı dönemde Atina’yı Perikles yönetiyordu ve Helenistik dünyanın hiçbir devleti Atina ile boy ölçüşecek seviyede değildi.
Bu dönemin gelişmeleri insanlık tarihinin tüm akışını değiştirdi. Felsefe olgunluğa eriştiği gibi “demokrasi” kavramı ortaya atıldı. Matematik ve diğer alanlar için metotlar geliştirildi. Dram sanatı doğdu, heykeltıraşlık altın çağını yaşadı ve mimarlık büyük aşamalar kat etti. Perikles dönemi M.Ö. 431’de başlayan Mora savaşı ile sona erdi. Düşmanına göre daha demokratik olan liman devleti Atina ile sanatsal zevklerden yoksun, militarist Sparta arasındaki çatışmalar 25 yıl boyunca devam etmiş ve bundan Atina’nın devlet yapısı büyük zarar görmüştür. Mora savaşı patlak verdiğinde Sokrates “Hoplit”* olarak askere alınmıştır. 25 yıl süren Mora savaşı Atina’nın yenilgisi ile sonuçlandığında Sokrates 65 yaşında idi. Savaşın galibi Lysander gemileriyle Pire limanına yanaşır ve “Otuz Tiran” olarak anılan Sparta sempatizanı hükümetin yönetime gelmesine bekçilik eder. Ardından korku dolu karanlık bir devir başlar. Toplu tutuklamalar, mahkumiyetler yaşanır, politik rakipler birbirlerinin mallarına el koyar. Bu dönemde pek çok demokrat insan Atina’dan kaçar. Sokrates kalmayı tercih eder. Zapt edilemez bireyciliğine karşı Sokrates’in demokrat olmaması şaşırtıcıdır. Demokratik yönetim biçimi o çağda henüz emekleme dönemini yaşıyordu. Savaşın kötü yönetilmiş ve bunun sonucunda Atina’nın hezimete uğramış olmasının bütün suçu demokratlara yüklenmişti.
Sokrates M.Ö. 399 yılında, 70 yaşında iken devletin tanrılarını yok saymak ve gençleri saptırmak suçuyla mahkemeye çağırılır. Suçlamanın ardında politikada nüfuz sahibi olan Anytos duruyordu. Anytos’un yıllar öncesinden Sokrates’le görülecek bir hesabı vardı. Oğlu bir zamanlar Sokrates’in öğrencisiydi ve genç adamı, aile işletmesinde çalışmaktansa “felsefi bir hayat” sürmenin daha iyi olacağı konusunda ikna etmişti. Diğer bir davacı ise tragedya yazarı Meletos’tu. İlk celsede Meletos’un iddianameyi okuduktan sonra Sokrates savunmasını yapar ve 500 kişiden oluşan mahkeme heyetini pek ciddiye almaz. 220’ye karşı 280 oyla ölüm cezası yönünde görüş bildirilir. Atina’ya yaptığı hizmetlerden dolayı ceza değil, taktir alması gerektiğini söyler. Ölüm cezası yerine, Atina’lı kahramanların ücret ödemeden yemek yediği Prytaneion’daki kutsal salonda kendisine daimi bir yer tahsis edilmesini ister. Mahkeme salonundan çığlıklar yükselir. Bu protestodan sonra o günkü değeri ile ancak bir sürahi şarap alınabilecek 1 “mina” parası olduğunu söyledi. Bu serveti ile doğru orantılı bir ceza verilmesini ister. Arkadaşları mahkeme heyeti ile iddialaşmamasını söyleseler de o cezasının en fazla 30 mina tutacağını söyler. Mahkeme heyeti iyice sinirlenir ve 140’a karşı 360 oy Sokrates aleyhine çıkar. Sokrates az bir ceza ile kurtulabileceği mahkemeden ölüm ceza ile çıkıyordu. Kendisine kahramanca bir ölüm hazırlamıştı. İnfaz bir ay ertelendi, çünkü dini töreni gerçekleştirecek rahipler her yıl olduğu gibi bu zamanda Atina’nın 150 km açığındaki Delos adasına gitmişlerdi. Sokrates zincire vurularak hapse atıldı. Sokrates’in hücresi ve hapishanenin kaplıcası girişte sağda idi. Son günlerini burada geçiren Sokrates, gelip giden arkadaşlarıyla 6X6 adım ebadındaki bu sefil yerde geçirdi. Platon’un antik edebiyatın şaheseri sayılabilecek diyalogları burada ortaya çıktı. Özellikle ölüm ve ölümsüzlük üstüne yapılan konuşmalar, Platon’un “Phaidon” diyalogunu oluşturdu. Bu anlarda Platon çok ağır hasta idi ve evinde yatıyordu.
Arkadaşı Kriton kaçması için gardiyanlara rüşvet verdiğini söylese de Sokrates buna kulak asmadı ve bu davranışın savunduğu ilkelerle bağdaşmadığını söyledi. Sonunda kutsal kadırganın Sunion burnunda görüldüğü haber alındı. Sokrates’in karısı ve tüm arkadaşları zindanda toplandı. Sokrates kadınların eve gönderilmesini istedi. Karısı Xanthippe isyan ederek; “ Ama sen suçsuzsun” diye bağırır. Sokrates cevap verir; “Be kadın suçlu olmamı mı isterdin.”
Baldıran zehri Sokrates’e uzatıldığında o yine bilgisiz adamı oynar ve diyalektiğe sadık kalarak – Bunun en iyi yöntemi nedir? diye sorar. Gardiyan; - “İçtikten sonra bacakların ağırlaşıncaya kadar dolaş, sonra yatağa uzan. Zehir etkisini gösterecektir” der. Sokrates kabı bir yudumda boşaltır. Arkadaşları feryad etmeye başlayınca Sokrates; -“Ne oluyor size böyle? Bu sevimsiz sahnelere engel olmak için kadınları hücreden gönderdim. Duydum ki birisi ölürken sessiz olunmalı. Sessiz kalın ve metin olun!” der. Son sözleri şu olur; -“Ey Kriton, Asklepios’a bir horoz borçluyuz” olur. ** Birkaç gün sonra Atinalılar yaptıkları olayın korkunçluğunu anlarlar. Kentte resmi yas ilan edilir, okullar, jimnastik salonları, tiyatrolar kapanır. Meletos idama mahkum edilir, Anytos sürgüne gönderilir.
- Hoplit: Ağır silahlı, üçüncü sınıf, kılıç ve kalkan donanımlı piyade.
- Asklepios’un Epidauros’daki tapınağında hastalar uyutulur ve bu uykudan şifa bulmuş birer insan olarak uyanırlardı.
3. 2. PLATON
Afrika kıyılarına 20 kilometre kadar yakın olan Atika açıklarında, Egin körfezindeki Agina adasında M.Ö. 428 yılında dünyaya gelmiştir. Doğduğu zaman ona Aristokles ismi verilir. Politikada nüfuz sahibi Atina’lı bir ailenin oğludur. Babası Ariston, Atina’nın son kralı Kodros’un, annesi ise büyük kanun koyucu Solon’un soyundan gelmekte idi. Gençliğinde Trajedi yazarlığını denemiş, Yunanistan’da büyük ilgi gören olimpiyatlara güreşçi olarak katılmış ve bu yarışmalarda geniş alınlı anlamına gelen “Platon” ünvanı ile girmiştir. Felsefe tarihinde bu adla, İslam felsefecileri tarafından da “Eflatun” adıyla anılır. Daha sonra felsefeye ilgi duyar ve dokuz yıl boyunca Sokrates’ten. Sokrates’in idam edilmesi ile ona yakın olan Platon için de Atina, tehlikeli bir yer haline gelmiştir. Atina’ya otuz kilometre uzaklıktaki Megara’da safsatacı felsefesi ile ünlü “Öklid”in yanında üç yıl kalmıştır. Bu Öklid ünlü matematikçi Öklid olmayıp, Sokrates’in öğrencilerinden biridir ve Sokrates’i çok sevmektedir. (Hatta Sokrates’in infazının gerçekleşeceği zaman düşman Atina topraklarına kadın kılığında girmiştir.) Platon daha sonra Kuzey Afrika’daki Kirene şehrine matematikçi Theodoros’un yanına gitti. Mahiyeti tam olarak belli olmayan on yıllık bir yolculuktan sonra Sicilya’ya gelmiş ve kutsal sayılan Etna yanardağını ziyaret etmiştir. Burada bütün Yunan kolonilerine öğretilerini yaymaya çalışan Pisagorcularla ilişki kurmuştur. Sicilya’daki Sirakuz hükümdarı Dionysios’un kayın biraderi Dion’la arkadaşlık kurmuş ve Dion onu Dionysios ile tanıştırdı. Oldukça bir süre sonra doyumsuz ve kaba bir insan olan Dionysios ile Platon arasında bir tartışma geçmiştir. Platon, Dionysios’u bir düşünce hatasından dolayı uyarınca, Dionysios “sözlerin bunaklık kokuyor” demiş ve Platon “senin sözlerinde bir zalimin neşesi var” diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Platon Agina adasına gidecek bir Sparta gemisine bindirilir ve kaptana onu köle olarak satması emredilir. Agina’nın köle pazarında Platon’un zengin arkadaşı Girne’li Annikeris onu satın alır ve Atina’da okul açması için yüklü bir para verir.
Platon M.Ö. 386 yılında Atina’nın bir buçuk kilometre kuzey-batısındaki “Hekademos” korusunda bir arazi satın alır. Bir tapınağın, heykellerin, derelerin bulunduğu bu ağaçlık yerde Platon akademisini açar. Burası tarihte kurulan ilk üniversitedir.
M.Ö. 347 yılında burada ölen Platon Akademi’ye gömülür. Akademisi M.S. 529 yılına dek varlığını sürdürür. Bu tarihte Hıristiyanlık karşısındaki Helen kültürünü bastırmak isteyen Roma İmparatoru Justinian tarafından kapatılır. Bu olay birçok tarihçi tarafından Yunan – Roma kültürünün sonu, karanlık çağın başlangıcı olarak kabul edilir.
3. 2. 1. Platon Felsefesi
Kendi akademisinde 40 yıl ders veren Platon’un, otuzdan fazla eseri vardır. Eserlerini karşılıklı konuşma (diyalog) şeklinde yazmıştır. Bu yapıtlarda baş konuşmacı, öğretmeni Sokrates’tir. Bundan ötürü bu yapıtlardaki düşünce ve varsayımların hangisinin Sokrates’e hangisinin Platon’a ait olduğu ayırt edilememektedir. Pythagoras, Parmenides ve Heraklaitos’tan geniş çapta yararlandığı açıktır. Felsefesinin temeli adını “idea” dan alan idealizme dayanır. Hindistan’daki kast sistemine benzer bir devlet ve toplum yapısı oluşturmayı düşünmüştür. Filozofların yönetttiği bir devlet kurmayı amaçlamış, bunu Sicilya’daki Sirakuza’da denemesine rağmen başaramamıştır. Bundan dolayı sadece düşüncede kalan ve hayata geçirilemeyen anlamındaki “Platonik” kelimesi literatüre yerleşmiştir. Platon’un bu devlet anlayışı aristokrattır. Her ne kadar özel mülkiyeti reddettiyse de, toplumcu bir amaç gütmemektedir.
Doğa filozoflarının fiziki yaklaşımına karşı, metafiziki felsefeyi temel almıştır. Ona göre gördüğümüz ve duyularımızla algılayabildiğimiz alem sanal bir alemdi. Fenomenler alemi diye tabir ettiğimiz bu alem, düşünce ve kavramlardan oluşan soyut” idealar dünyası”nın yansımasından başka bir şey değildi. Platon bu düşüncesini meşhur “mağara teoremi” ile açıklamaktadır.
Bir mağarada elleri birbirine zincirle bağlanmış birkaç adam vardır. Bunların yüzü mağaranın duvarına dönüktür ve arkalarında bir ateş yanmakta, onlar ateşin önünden geçen hayvanların sadece duvara yansıyan gölgelerini görmektedirler. Bir gün adamlardan biri zincirini koparır ve mağara dışına çıkarak, nesnelerin gerçek görünüş ve renklerini keşfeder. Mağarada kalan adamların yanına gelerek, mağara duvarında gördükleri siluetlerin gerçek olmadığını, gerçek nesnelerin bunlardan çok farklı olduğunu söylese de, onları inandıramaz. Çünkü onlar duyuları ile algıladıklarına inanırlar. Bu alemdeki durumumuz da mağaradaki insanların durumuna benzemektedir. Duyularla algıladığımız ve ona göre şartlandığımız “fenomenler alemi” mağara duvarındaki görüntüler gibi hayalden ibarettir. Platon’un bu görüşü her ne kadar bilimsel temellere dayanmasa da yüzyıllar boyu Hıristiyan ve İslam felsefesini etkilemiş ve etkilemektedir. İdealar alemi teoremi M.S.205 – 270 yılları arasında yaşamış olan İskenderiyeli filozof “Plotinos” tarafından işlenmiş ve özellikle İslam Tasavvuf düşüncesi ile büyük etkileşim göstermiştir. Zira İslam Tasavvufu’nun temelini de oyun ve eğlenceden ibaret olan Kur’an temelli düşünce oluşturmaktadır.
3. 2. 2. I. MİMESİS KURAMI
Platon, genel öğretisinin bir sonucu olarak, sanatı da bir yansıtma, benzetme ve taklit olarak görüyordu. Gerçek dünya idealar dünyasıydı. Bu dünya sürekli akış içinde (Herakleitos) olan göreceli (sofistler) bir dünyadır. Platon varlıkların tepesine iyi* ideasını koyar. Bundan sonra matematiksel nesneler gelmektedir. Matematiksel nesnelerin de altında fiziksel nesneler vardır. Matematiksel nesneler anlama yetisi ile, fiziksel nesneler ise sanı (belief) yetisi ile kavranmaktadır. Bu nesneler dünyası mimesis (taklit) dünyası olup, gerçeklik yada varlık sıralamasında ikinci derecede yer almaktadır. Sanatçı bu ikinci derecedeki varlığı yansıttığı için taklidin taklidini yapmaktadır.
Platon sanatı incelerken, edebiyatı daima felsefeye rakip olarak görmekte ve felsefeden çok daha aşağıda olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır. Çünkü felsefe gerçeğin bilgisini araştırırken akla, sanatçı ise duyulara dayanmaktadır. Platon özellikle “Devlet” diyalogunda Sanatın diğer türlerini de edebiyata benzeterek, edebiyatın bize gerçekleri bildirmediğini, özellikle şairlerin geçek bilgiye sahip olmayan benzetmeci kişiler olduğunu belirtmektedir. Edebiyatın bize diğer bir zararı da duyusal yanımıza hitab etmesidir. Bir sanat eseri karşısında coşup gitme ve kaybolma tehlikesi vardır. Oysa dengeli insan, bilge kişi, aklını kullanarak duyularını dizginlemesini bilen kişidir. Kısacası Platon’un sanata bakışı olumsuzdur.**
* Eski Yunanca’da iyi ve güzel eş anlamlıdır ve evrenin “arche”sini (ana ilke) oluşturmaktadır. Tüm varlık ve gerçeklik bu ideadan gelmektedir. Bu arche de ahlaksal ve estetiksel bir nitelik yatmaktadır. 18. yüzyılda yaşayan Kant’a kadar ahlakın konusu güzel ve iyi aynı sayılmıştır.
- Platon dönemi pek de iyi sayılmamaktadır.Bir yandan Georgias ve Protogoras gibi sofistler retoriki (hitabet) en güzel sanat olarak göstermişlerdi ve bir yandan da şairler gerçeği bozmaktadırlar. Zaten retoik, güzel konuşma sanatı olarak şiirsel bir yapıya sahipti. En büyük yalanı bile bu sanatla, gerçekmiş gibi aktarmak mümkündü ve sofistler de bunu yapıyordu. Sokrates’in ve Platon’un bütün hayatı bunlarla mücadele etmekle geçti. Platon’a göre bunlar, gerçeğin (ideaların) bilgisinden habersizlerdi. Böyle bir ortamda Platon’un sanat hakkında olumlu düşünmesi beklenemezdi.
3. 3. ARİSTOTELES
Aristoteles, M.Ö.384 yılında Kuzey Yunanistan’daki Halkidikya Yarımadası’nın köylerinden biri olan “Stagira”da doğdu. Aristoteles’in babası Nikomakhos, Büyük İskender’in dedesi olan Makedonya kralı Amyntas’ın özel hekimi idi. Babasının erken yaşta ölümü ile Anadolu’nun Atarnus kentinde yaşayan dayısı Proxsenos’un yanına gönderildi. Kendisine kalan mirası kısa zamanda eritti ve doğum yeri olan Stagira’ya dönerek hekimlik yaptı. 30 yaşında Atina’ya gelerek Platon’un akademisine girdi. Başlarda Platon’un öğretisini benimsedi, daha sonraları onunla fikirleri çelişti. Platon’un dini esaslara dayanan düşüncelerinden ziyade deneylere dayalı, bilimsel temellere oturan bir felsefe geliştirdi. Platon M.Ö. 347 yılında ölünce akademinin başına getirilmesine bir çok kişi taraftardı ancak bu göreve Platon’un dayısı Speusippos getirildi. Haksızlığa uğrayan Aristoteles, akademiyi ve Atina’yı terk ederek tekrar Aternaus’a gitti. Aternaus o dönemde Yunalı paralı asker Hadım Hermias tarafından yönetiliyordu. Hermias Atina’ya yaptığı bir yolculuk sırasında akademiden çok etkilendiği için Aristoteles’e geniş imkanlar sundu. Kısa bir süre sonra evlendi ve Assos’ta bir okul kurdu. Üç yıl sonra Midilli Adası’nda bulunan Mytilene’ye yerleşti. Bu yıllarda bitkilerin ve hayvanların sınıflandırılması ile uğraştığı bilinmektedir.
Büyük İskender’in babası Philipp Yunanistan’ı egemenliği altına almıştı. Philipp’in isteği üzerine Büyük İskender’in öğretmenliğini yaptığı M.Ö. 342 yılında Aristoteles 42, İskender 13 yaşında idi. M.Ö. 336 yılında Philipp suikaste kurban gidince 16 yaşındaki İskender tahta geçti. Dünya tarihinin gördüğü en büyük megalomanlarından biri olan İskender, üç yıl süren eğitiminde Aristoteles’ten hiçbir şey alamadı. İskender’in kafasında hep yeni yerler fethetmek vardı ve çok başarısız bir öğrenci idi. İskender Aristoteles’i Stagira’ya göndererek doğu seferine çıktı. Beş yıl sonra Aristo Atina’ya döndü. 339 yılında Speusippos öldü ve akademinin makamı boşaldı. Aristo’nun eski bir arkadaşı Ksenokrates bu makama getirildi. (Ksenokrates 20 yıl sonra bir su fıçısına düşerek boğuldu) Aristoteles kendi okulunu kurmaya karar verdi. Şehrin surları dışındaki Likabetos Dağı’nın eteklerindeki büyük bir spor salonunda kurdu. Dağın ismi olan Lykos Yunanca’da kurt anlamına gelir ve Apollon’un sıfatlarından biridir. Bu nedenle Aristoteles’in okulu Lykeon olarak anılmış ve günümüze “Lise” olarak ulaşmıştır. Kısa zamanda Platon’un akademisini geçti. Aristoteles derslerini bu okulun bahçesinde yürüyerek anlattığı için onun öğrencileri “Peripatetik” (yürüyenler) olarak felsefe literatürüne geçmiştir.
Büyük İskender’in M.Ö. 323 yılında ölümü ile Makedonya Krallığı yıkıldı ve Aristo, her ne kadar İskender’le anlaşamasa da sarayla bağı olduğu için Atina’da kalması tehlikeli hale geldi. Atina’yı ve Lykeion’u terk ederek Khalkis’te babasından kalan bir çiftliğe taşındı. Bu dönemde karısı Pythias ölünce, hizmetçisi Herpyllis ile evlendi. Khalkis’e göçmesinden 1 yıl sonra mide rahatsızlığı geçirerek M.Ö. 322 yılında öldü.
3. 3. 1. Aristoteles Felsefesi
Kendinden önceki felsefeyi toplayıp sistemleştirdikten sonra onları “alet” anlamına gelen “organon” doğru düşünme yöntemi ile eleştirmiştir. Sokrates’in bulduğu ve Platon’un temel aldığı diyalektik (soru-cevap) yöntemini kabul etmeyip, bilimsel araştırmaya dayalı bilgi edinme metodunu benimsemiştir. Bu özelliği ile Aristoteles bilimin kurucusu olmuştur. Bilim dallarını ilk defa o sınıflandırmış, ansiklopedik dehası ile filozof olarak kendisinden sonraki 2000 yılın hakimi olmuştur. Bazı düşünceleri yakın çağda çürütülse de çoğu tezleri hala kabul edilmekte ve bilimsel bilginin temelini oluşturmaktadır.
Ortaçağ Avrupa’sını karanlığa iten “skolastik” felsefe, onun felsefesinin yanlış yorumlanarak, dini görüşler ışığında tabulaştırılmış şeklidir.
Aristoteles’e göre doğada ve sanatta meydana gelen şeylerin dört nedeni vardır.
1. Maddi neden 2. Biçimsel (formel) neden 3. Hareket ettirici neden 4. Amaçsal (final) neden
Aristo tüm varlıkların oluşumunu bu dört nedene bağlar. Bu dört prensip bir araya gelince canlı varlığı, teknik yada sanat eserini meydana getirir. Madde ile formun ilişkisi (kuvvet ile fiil) birbirine ters düşmek şöyle dursun, tamamlayıcıdırlar. Daha doğrusu maddesiz form ve formsuz madde yalnız başına bulunmazlar. Aristo’ya göre doğa bir oluş ve gelişme halindedir. Bu oluş mutlak maddeden mutlak forma doğru bir gidiştir. Doğa bir organizma, bir sanat eseri gibi oluşmaktadır. Yani her şey bir amaca yöneliktir. Bu oluşu başlatan ilk muharrik (ilk hareket ettirici) Tanrı’dır. Tanrı mutlak formdur, mutlak ruh ve prensiptir. Kendisi hareket etmez ancak evreni hareket ettirip oluşu başlatır. Bu oluş yine ona yöneliktir. Doğa canlıdır, canlılarla cansızlar arasında sadece katman farkı vardır. En altta madde, sonra bitkiler, daha sonra hayvanlar ve en üstte insan vardır. İnsanda maddi, bitkisel ve hayvansal yanlar bulunmaktadır. Ancak onu insan yapan akıl ve düşüncedir. Ruh, bedene biçim, akıl ve düşünce veren bir varlıktır. Aristoteles mantığın da kurucusudur. Mantık ona göre bilimsel bilgi için bir araçtır. (Organon)
3. 3. 2. II. MİMESİS KURAMI
Aristoteles’in “Metafizik” adlı kitabında insanın üç temel özelliğinin olduğunu belirtmektedir.
1. Bilme (teorika) 2. Eylemde bulunma (pratika) 3. Yaratma (poetika)
Sanat her ne kadar bir benzerini yapma ise de, sanat eseri bir mimesis (taklit) dir. İnsanın düşünme ve eylemde bulunma özelliklerinin yanı sıra öykünme (taklit) yönü vardır. Aristoteles’e göre de sanat bir taklittir ancak sanatın yöneldiği obje açısından iyi-kötü ayrımı vardır. Obje insansa ve de iyi bir insansa, taklidide iyi, ahlaki ve soylu olacaktır. İyi ve kötü, ahlakın konusu olduğu için sanatın temelinde ahlaksal bir değer bulunmaktadır.
3. 3. 2. 1.Katharsis
Platon bir sanat eserinin insana hem bilgisel, hem de ahlaksal yönden zarar verdiğini düşünüyordu. Aristo ise tragedyanın yorumunu yaparken, acıma ve korku duygularını uyandırarak, bencil duyguları bastırmak açısından olumlu bir görüşü savunmaktadır. Katharsis aracılığı ile sanat ahlaksal bir amaç edinir.
IV. BÖLÜM
ORTA ÇAĞ
M.Ö. 322 yılında Aristoteles’in ölümü ile bilimsel felsefe, Avrupa’da 2000 yıl sürecek uzun bir uykuya yatmış, doğuda ise Aristo felsefesi, Aristocu “Meşşai Okulu”nun (700-1100) yetiştirdiği filozoflarla renkli ve dinamik bir çağın temelini oluşturmuştur.
4. 1. ORTAÇAĞ AVRUPASI ve SKOLASTİK FELSEFE
Avrupa’nın “karanlık çağ” diye tabir edilen orta çağı, skolastik felsefenin bir sonucu olarak yaşama yansımıştır. Skolastik felsefe, Scottus ERİUGENA (833 – 880), Anselmus (1033 – 1109) ve Petrus ABAELARDUS (1079 – 1142)’un düşünceleri ile yeşermeye başlamıştır. 1270 – 1308 yılları arasında yaşamış olan “ince doktor" lakabıyla anılan Duns SCOTUS, Katolik kilisesinin temel inançlarını, Aristoteles felsefesi ile temellendirmeye çalışmıştır. Bu düşünce 1225 – 1274 yılları arasında yaşamış olan Aquinolu Thomas’ın görüşleri ile kuvvetlenmiştir. Duns SCOTUS’un izleyicileri “Fransiskenler”, Aquinolu Thomas’ın izleyicileri ise “Dominikenler” adları ile anıldı ve bu iki görüş ilahiyat okullarının iki ayrı ekolünü oluşturdu. Zamanla Aquinolu Thomas’ın görüşü üstünlük kazandı. Bu dogmatik felsefe 9. yüzyıldan, 16. yüzyıla kadar Avrupa’da tam bir hakimiyet sağlamıştı. Bu dogmatik çağda, araştırma yapmak demek, Aristo’nun ne yazdığını okumak demekti. Hiçbir kişisel görüş, tartışma, kuşku ve kurcalamaya izin yoktu. En küçük kişisel bir girişimde bulunmaya cesaret eden, ölüm yada bir çeşit diri diri ölüm demek olan aforoz cezasına çarptırılıyordu. Reform hareketlerine rağmen 20. yüzyıla kadar varlığını sürdüren bu düşünce, 18. ve 19. yüzyıllarda bu görüşü benimseyen okullar, çağdaş gelişmelerden uzak, içine kapalı dinsel kurumlar olarak kaldılar.
Bir görüşe göre de, “Skolastik Hıristiyan düşünürleri, bir bilgi teorisi oluşturacak kadar yetkinliğe ulaşınca, Demokritos felsefesini ve Epikuros’un* eşbah (idoles-imge-nesne) görüşünü tercih etmişlerdir. Fakat bu düşünceyi Aristoteles’in zannederek almışlardır. Aristoteles’i de kilisenin dini öğretisine en fazla uygun ve bundan ötürü (orthodoxe) yani itikadı doğru bir filozof sanmışlardır. Aristo’yu bir Hıristiyan düşünür gibi görmeye ve göstermeye çalışmışlardır. Bu ise gerçekte Aristoteles felsefesinin Hristiyanca bir yorumunu ortaya çıkarmaktan ve Hıristiyan dogmatizminin Aristotelyan bir kisveye büründürülmesinden başka hiçbir şeye yaramamıştır. Daha sonra Rönesans’la birlikte pagan** kültürünün bir düşünürü olan Aristoteles’in gerçek felsefi düşünceleri yeniden bir doğuş hareketi ile tekrar aydınlığa kavuşturulabilmiştir.” (1)
Aquinalı Thomas’ı İbni Rüşd ile birlikte gösteren bir resim
(1) BÖLÜKBAŞI Rıza Tevfik (Feylesof Rıza), Felsefe Dersleri, Ankara 2001, s. 352.
- Antik çağ Yunan düşüncesinin en ilginç düşünürlerinden biri olan Epikuros, Demokritos’un atomculuğu ile Pyrrhon’un şüpheciliği üzerine kurmuştur.
- Genellikle dinsiz anlamında kullanılan pagan deyimi, Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde ilk olarak çok tanrılı inanca sahip olan Romalı köylülere atfedilmiştir.
4. 2. ORTA ÇAĞ AVRUPA’NDA SANAT ANLAYIŞI
Aquinolu Thomas “güzel” kavramını, Aristo’da olduğu gibi “hoşa giden” anlamında yorumlamıştır. Güzel kavramı üç şarta bağlı idi; Kusursuzluk, oranlılık ve açıklık. Bu çağda “güzel”i matematik yasalara uyumlu, kutsal bir düzen olarak kabul eden “Yeni Platoncu” kuram da çok taraftar bulmuştur.
Ortaçağ’da sanat eleştirisi, çeşitlilikten uzak kalmış, tek yönlü ve katı olmuştur. Her şeye dinsel dogmalar açısından bakıldığı için de konu ve ifade zenginliğine rastlanmaz. Sanat ideolojik bir özellik taşımaktadır. Bundan dolayı sanatçının yorumundaki nitelikten çok, dinsel dogma bilgisine ve ikonografisine gösterilen saygıya önem veriliyordu.
İlk Hristiyanlar Roma’nın ve Yahudilerin zulümden kaçarak, Anadolu’da Nevşehir ve Antakya bölgelerindeki mağaralara yerleşmişlerdir. Hristiyanlığın ilk resim örnekleri de, “Dom” ismi verilen bu mağaralarda ortaya çıkmıştır. M.S. 100’lü yıllarda yapılan bu resimlerde insan figürüne rastlanmaz. (1)
İkonografi Hristiyanlığın 300. yıllarında başlamıştır. (İlk heykel 395 yılında yapılmış, Hz. İsa antik çağ tipinde, sakalsız tasvir edilmiştir.) İkonografiyi savunanlar, halkın çoğunun okuma-yazma bilmediği için İncil konulu resim ve heykellerin onlara rehberlik ettiğini savunuyordu. Ancak ikonografi, Hristiyanlık tarihinde bu savunulan amaçtan saptırılarak, putperestliğe kadar gidilmiş, özellikle Bizans’ta büyük problemlere yol açmıştır. 745 yılında, Bizans İmparatorluğu’nun tüm kiliselerindeki resim ve heykeller yok edildi. Tarihe “İkonakizm Hareketi” adıyla geçen bu olaydan sonra, Protestanlığın kurucusu Martin LUTHER’da, kiliselerden bütün dini tasvirleri kaldırmıştır.
İncil’de geçen kutsal metinler resmedilmiş, Michel Angelo ile zirveye ulaşmıştır. Mermer ve mozaik ilk defa 380 yılında kullanıldı.
13. yüzyılda yoğun süslemenin göze çarptığı gotik sanat ortaya çıkmıştır. Bu sanat tarzında amaçlanan şey, kutsal tarihin en coşturucu ve inandırıcı şekilde anlatılması idi. Yüksek katedraller, vitraylı yüksek pencereler, içte ve dışta tırmanan kemerler, görkemli ve çok sayıda, aşırı süslü kutsal heykeller, yapıların içini ve dışını doldurmuştur.
14. yüzyılda tepkilere yol açsa da, ilk defa kontların, krallar ve aileleri ile papazların resimleri yapılmaya başlanmıştır. 15. yüzyıl başında, İtalya’daki Siena okulunda, Van Eyck tarafından ilk defa yağlıboya kullanıldı. (Daha önce yumurta akı kullanılıyordu.) Leonardo, Rafaello ve Albert DÜRER’da bu dönemde yetişti. (İlk portre 1380 yıllarında yapılan, Prag katedralinde bulunan, Peter PARLER’e ait resimdir.)
(1) ERKUL Vedat, Sanat ve İnsan, İstanbul 1996, s.72.
4. 3. ORTA ÇAĞ İSLAM FELSEFESİ
Aristoteles’ten sonra Avrupa, onun düşüncelerinin yanlış yorumlanması ile karanlık çağa gömülürken, yine Aristoteles’in düşüncesi ışığında doğuda, bilim ve felsefe alanlarında çok parlak ve dinamik bir devir başladı. İslam felsefesinde en önemli yeri tutan “Antik Çağ Felsefesi” tesirini İskenderiye ve Suriye’deki merkezler aracılığı ile göstermiştir. M.S. 6. yüzyıl başlarında dağılan Atina okullarının filozoflarından bir kısmı İskenderiye’ye bir kısmı ise Suriye’deki merkezlere gitmiş, buralarda Platon ve Aristo’yu açıklamışlardır. Bu merkezlerde önce Yunanca yazılan eserler, sonradan Süryanice ve Aramca’ya çevriliyordu. İslam dünyasında tercümesi yapılan ve İslam felsefesine tesir eden eserler de ilk planda bunlardı. İran’daki Yakubi ve Nasturi manastırlarının yanı sıra, en önemli merkezler; Edese (Urfa), Nisibe (Nusaybin), Harran, Gündeşapur ve Antakya’dır. (1) Özellikle 13. yüzyılın başına kadar bilim ve felsefe alanında çağın üzerinde bir aşama kat eden doğu, bu tarihte büyük bir felakete uğradı. Cengiz Han, Orta Asya’da dağınık yaşayan Moğol ve Türk kabilelerini birleştirip, (1206)1215 yılında Çin seddini aşarak Kuzey Çin’i işgal etmiş, daha sonra medeni olarak daha üstün olan Uygurları’da saflarına alarak, Horasan’daki Harzemşah Devleti’nin kapılarına dayanmıştı. En güçlü İslam devleti, başında Muhammed Harzemşah’ın bulunduğu bu devletti. Anadolu’da, Anadolu Selçuklu devleti hüküm sürmekte idi ancak Moğollara mukavemet gösterecek gücü yoktu. Üç bin kilometre yolu aşan Moğol ordusu, Harzem topraklarına üç ayrı yerden girmiş, Muhammed Harzemşah ise ordusunun dağınık savaşmasını emrederek kendisinin ve devletinin sonunu hazırladı. (2) Buhara, Semerkant, Otrar, Merv ve Bağdat gibi, zamanında dünyanın en yoğun insan nüfusunun bulunduğu ve her biri sanat, bilim ve kültür merkezi niteliğindeki şehirler içindeki insanlar, hayvanlar hatta bitkilerine kadar yok edildi. Milyonlarca insanın katledildiği bu istilada kütüphanelerin yakılıp bilim adamlarının öldürülmesi sonucu bir çok bilgi ve belge yok oldu. Doğunun tarihsel, sanatsal, edebiyat ve bilimsel geçmişi karanlığa gömüldü. Sadece Merv şehrinde on iki bin el yazması yanmıştır. (3) Doğu’nun her alanda zirveyi yaşadığı bu istila yıllarından önce, bir büyük merkezde İspanya’da kurulmuştu. 711 yılında Tarık bin Ziyad’ın İspanya’ya girmesi ile başlayan müslümanların hakimiyeti, 756 yılında Endülüs Emevi Devleti’nin kurulmasına zemin hazırladı. 1031 yılından sonra yerini şehir devletlerine bıraktı ve 1231-1492 yılları arasında hüküm süren Gırnata Sultanlığı ile Endülüs Müslümanlarının yarattıkları parlak medeniyet sona erdi. İki yüzyıl daha Müdeccenler ve Moriskolar isimleri ile Hristiyan hakimiyetinde yaşayan Müslümanlar, 1609 yılını takip eden beş sene içinde İspanya’dan tamamen sürüldü. I. Ahmet tahtta iken gerçekleşen bu olay sonucu, zulüm ve hastalıktan kurtulabilen kesim Osmanlı topraklarına getirildi. (4)
İspanya’da 900’lü yıllarda, Muhammed b. Meserre ile başlayan felsefe ekolü, İbn Bacce (ö. 1138), İbn Tufeyl (ö.1185) ile gelişmiş ve İbn Rüşd’le (ö. 1198) zirveye ulaşmıştır. İbn Rüşd sadece Endülüs’ün değil, tüm dünya felsefesinin tek ve gerçek Aristocu filozofudur. (5) Antik kültürlerin ve Grek felsefesinin İslam dünyasına girmesiyle, şüpheli bir vaziyette düşünce dejenerasyonuna maruz kalan İslam dünyası, Farabi ve İbn Sina gibi büyük filozofların elinde sistemli ancak İslam “nokta-i nazar”ından (görüş) tartışmalı ve nispeten oynak bir düşüncede temeline oturtulmaya çalışılmıştır. Daha sonra Gazali tarafından problem çözülmüş gibi olmuş, ancak Gazali’de konuyu sağlam bir temele oturtma imkanı bulamamıştır. Bu önemli problem filozof olduğu kadar, büyük bir fıkıhçı olan İbn Rüşd tarafından daha öncede belirttiğimiz gibi, biri adına ötekinden hiçbir fedakarlık yapmaksızın hem din, hem de felsefe açısından, oldukça sağlam temellere oturtulmuştur. (6)
İslam felsefesinin gelişmesi ile ortaya çeşitli ekoller çıkmıştır. Bunları sırasıyla inceleyelim;
(1) De BOER T. J., İslam’da Felsefe Tarihi, İstanbul 2001, s. 32-37. (2) ÇAĞATAY Aykut, Cengiz Hah’ın Liderlik Sırları, İstanbul 2001, s. 145,153. (3) ABBASLI Nasyonel Sosyalistle, Cengiz HAN, İstanbul 2001, s. 196. (4) ÖZDEMİR Mehmet, Endülüs Müslümanları, Ankara 1994, s. 217. (5) ÖZDEMİR Mehmet, Endülüs Müslümanları - İlim ve Kültür Tarihi, Ankara 1994, s. 58. (6) İbn RÜŞD, Faslu’l Makal (Felsefe – Din İlişkisi), İstanbul 1999, s. 7.
4. 3. 1. Tabiiyyun (Naturalistler)
Naturalist ekol, deney ve tümevarım (istikra) metodunu ilk kullanan ve bilginin duyumlardan ibaret olduğunu savunan İslam dünyasındaki ilk felsefi cereyandır. Fakat onlar maddi dünyanın dışında ruh ve Allah’ı kabul ediyor, Allah’ın hikmetinin onun yarattığı eşyada tecelli ettiğini söylüyorlardı. Bu ekolün kurucusu ve İslam felsefesi ve ilim tarihinin büyük siması, Ebu Belkr Zekeriya Razi’dir. Avrupa Ortaçağı’nda Rhazes, El-Razes veya Albubator adları ile tanınmıştır. Razi tıp sahasında bir ansiklopedi olan, “Kitab’ül Mansur” ile 20 ciltlik “El-Havı’nın yazarıdır. Bunun yanında matematik ve tabii ilimlerde de şöhrete ulaşmıştır. Fizikte ışın kırılması olayını ilk defa o göstermiş, boşlukta çekimin varlığını ispata çalışmış, simya ve kimya tetkikleri yapmıştır. Antik çağ, İran ve Hint felsefelerinden etkilenen filozofa göre nefs bedenden önce gelir. Cisim nefse tabidir. Bu sebeple bir hekim beden kadar, ruhu da tedavi etmesini bilmelidir.
Razi felsefesinde evren beş prensip üzerine kurulmuştur; 1) Allah 2) Boşluk (hala) mutlak mekan. 3) Müddet (süre) mutlak zaman. 4) Ruh (nefs) 5) Madde(heyula)
Razi, bütün inanç ve dinlere karşı büyük bir hoşgörüyle bakar. İslam düşünce tarihinde dinleri birleştirme fikrini ilk defa ileri süren filozoftur. Sisteminde ruhun ölmezliğine inanan Razi, bu görüşüyle maddecilerden uzaklaşıyor fakat ruhların bedenden bedene göçünü (tenasüh) kabul ettiği için de kelamcılardan ayrılıyordu.
4. 3. 2. Dehriyyün (Maddeciler)
Maddecilerde tabiatçılar gibi doğadan başka bilgi kaynağı olmadığını kabul eder. Yegane gerçek maddedir. Maddeciler, zamanı (dehr) ezeli ve yaratılmamış olarak kabul etmelerinden dolayı yaratıcıyı da inkar ederler.Bundan dolayı “muattıla” diye de anılırlar.
Onlara göre her varlık maddedir, maddeden ayrı ve müstakil ruh yoktur. Evren ve yaratıcı birdir. Evrenden ayrı şuurlu ve irade sahibi bir yaratıcı yoktur. İnsanın varlığı külli varlığın bir neticesidir. Bu sebeble insan psikolojik bir şahsiyet değildir. Ruh ölümden sonra ferdi bir varlık olarak devam edemeyip külli varlığa karışır. Maddeci ekolün en meşhur temsilcisi İbn Ravendi (M.S.910)
4. 3. 3. Batınilik
Allah’ın sıfatlarından olan Zahir görünen (fenomen) alemin, Batın (gizli) ise maddenin ardındaki saklı oluşumun ifadesidir. Varlıklar Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerinden ibarettir. Tanrısal isimler (Esma-ül Hüsna) den biri de “batın”dır. Allah zahir olduğu gibi batındır da. O halde her varlıkta, her zahirin arkasında bir batın, her zuhurun arkasında bie “belirgin olmayan” vardır. (1) Örneğin; taş zahirdir, taşı oluşturan çıplak gözle göremediğimiz atomlar batındır. Ancak Batınilik İslam tarihinde, bilimsel yönüyle değil siyasi bir akım olarak ortaya çıkmıştır. Yahudilikteki “kabalizma” akımına benzer, Kur’an-ı Kerim’deki kelimelerden gizli bir mana çıkarmak şeklinde tezahür etmiş, Ehl-i Sünnet’in siyasi birliğini yıkmak için çalışmıştır. Batıniler, 10. yüzyılda güçlü Fatimi Devleti’ni kurmuşlardır.
(1) ÖZTÜRK Yaşar Nuri, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, İstanbul 1998, s. 30.
4. 3. 4. İhvan-ı Safa (İslam Ansiklopedileri)
İhvan-ı Safa cemiyetinin gayeleri, taassup içinde gördükleri Müslümanları aydınlatmak, din ve felsefeyi uzlaştırmak, tabiat ilimlerinden istifade ile kurdukları ilim zihniyetini ve felsefeyi yaymaktı. Düşüncelerini yayabilmek için devirlerinin bütün ilimlerini içine alan bir ansiklopedi meydana getirdiler. İhvan-ı Safa ekolünün bütün fikirlerini içeren “Risaleler” dört kısımdan meydana gelir. 1) Felsefi ve matematik ilimler. 2) Tabii ve cismani ilimler. 3) Psikolojik ve akli ilimler. 4) Kanun ve ilahi ilimler.
Alemin güzelliği, hikmeti ve iyiliği Allah’ın varlığının delili ve ispatıdır. İhvan-ı Safa, alemin, Allah’ın hür iradesi ile yaratılmış eseri olduğunu söyleyerek, Meşşai Filozoflar’la birleşirler. Hayvan ruhunun, insan ruhuna geçebileceğini kabul ederler. Tekamül (evrim) fikri de İhvan-ı Safa’da dikkat çekicidir. Fakat bu fikri Darwinizm’in ilk şekli olarak görmek yanlıştır. Çünkü onlar tabiatçı bir tarzda, şekillerin değişmesinden söz etmişlerdir.
4. 3. 5. Meşşai Filozofları
Özellikle 700-1100 yılları arasında Aristoteles’ci “Meşşai Okulu”ndan yetişen filozoflar Aristo felsefesini, Platon’cu ve Yeni Platoncu (Platinus) düşünce ile pekiştirmişlerdir. El-Kindi (ö. 872), İbn Sina (980-1037) ne güçlü temsilcileridir. İslami akılcılıkla birleştirmeye çalışmışlardır. Gazali (1058-1111) bunların eleştirisini yaptığı için o da meşşai düşünce içinde yer alır. (1) Gazali inançla aklı tamamen birbirinden ayırmıştır. Entüisyonist (sezgici) düşünceyi dünya felsefe literatürüne kazandıran Gazali, gerçek bilginin ve yaradılışın akılla kavranamayacağını, ancak “kalp gözü” adını verdiği altıncı hisle gerçeğe ulaşılabileceğini savunmuştur. Duyularla ve akılla, ancak zaman ve mekanla sınırlı gerçekliği kavramak mümkün olabilir.
(1) HANÇERLİOĞLU Orhan, Felsefe Sözlüğü, İstanbul 1973, s. 213.
4. 3. 6. Tasavvuf Akımı
Platon’un idealar teoremindeki gibi bu alem, külli iradenin bir yansıması olup, hayal ve gölgeden ibarettir. Mevlana’nın tabiri ile beden bir binektir. Yine Kur’an ayetlerine dayanarak, insan ruhunun Allah’tan bir parça olduğu savunulur. Sonsuz nitelikteki insan ruhu, asli vatanından kopmuş ve her yönüyle sonlu olan bedenin içine sıkıştırılmıştır. Ruh dünyada gurbetlik çekmekte ve bütün problemler de bundan doğmaktadır. İnsan akıl ve iradenin aynı sıra, bitki, hayvan ve canlı-cansız, evrendeki tüm yaratılmışların özelliklerini de bünyesinde barındıran bir varlıktır. (Vasat-ı Camia) İnsanın dünyadaki yegane amacı “hayvani nefs” diye tabir edilen her türlü arzu ve isteğin kaynağı ile mücadele edip, peygamberin model oluşturduğu “insan-ı kamil”e ulaşmaktır. Acılar arzu ve isteklerden doğar. Arzular boş kuruntulardır, çünkü dünya her yönü ile boş bir rüyadan ibarettir. Hayvani nefs’ten kurtulan insan, dünya heveslerinden ve zıtlıkların yarattığı kaostan kurtularak Tanrı’ya benzemiştir. Böylece Allah’ın iradesinde kaybolmuş, kendi benliğini yok etmiştir. Buna “vahdet-i vücud” denmektedir. Vahdet-i vücud doktrini, İran ve Anadolu sahalarında önüne geçilemeyecek derecede yayılmıştı. Özellikle 1200’lü yılların başında yaşanan Moğol istilasının getirdiği derin acılar, insanları bu akıma yönlendirdi.
Bu düşünceyi, İmam Rabbani (d. 1563) hoşgörülü bir şekilde eleştirmiştir. Sünni inancına göre, gözlerimizin önünde açılan fenomenler dünyası, gölge değil, hakiki bir varlıktır diyerek farklı bir yaklaşım getirmiştir. Vahdet-i Vücud’a geçiş, mantıklı bir netice olarak kabul edilmez. Rabbani, sufilerin bu hatayı manevi sarhoşluk içinde işlediklerini söyler. Ancak tarihte tasavvuf akımına her zaman hoşgörü ile yaklaşılmamış ve mutasavvıflar çok büyük baskı ve işkencelere maruz kalmışlardır.
Şu yadsınamaz bir gerçektir ki; tasavvuf akımı, Türk, İslam ve dünya tarihine Mevlana, Yunus Emre, Ahmet Yesevi gibi hümanist filozoflar kazandırmıştır. Ayrıca başta musıkı olmak üzere, sanatı yaşamın bir parçası olarak kabul etmişler ve bu alanda büyük değerler ortaya çıkarmışlardır.
4. 4. ORTA ÇAĞ İSLAM SANAT ANLAYIŞI
Müslüman sanatçılar şuurlu olarak mimesis’den (taklit) kaçınmışlardır. Bunun en büyük sebeplerinden biri İslam’da resim yasağı meselesidir. Kur’an’da kesin bir emir bulunmamakla birlikte, tasviri yani resim ve heykeli yasaklayan hadislerin bulunduğu gerçektir. Ne kadar farklı şekillerde yorumlanırsa yorumlansın, tasvir yasağı etkili olmuş ve Müslüman sanatçılar doğrudan doğruya “nonfigüratif”e yönelmişlerdir. Bu yasağın arkasında, putperestliğe karşı yapılan amansız mücadelenin şuuru vardır. Doğu medeniyetlerinin üstün sanat eserlerinin temel şartı olan soyutlama, psikolojik olmaktan ziyade, zihni (entelektüel) bir tavır alış olarak değerlendirilebilir. Tasvir yasağının pratik neticesi olan soyutlama, Müslüman sanatçının psikolojik olarak yöneldiği bir davranış değil, yönetildiği bir davranıştır. İslam’ın ilk devirlerinde figüratif çalışmaların bulunması da bunu gösterir. Woringer’in “Agora Fobi” olarak gördüğü endişe ise bütün mistik doktrinlerde var olan, görünenlerin temelinde bulunanı araştırma, Mevlana’nın deyişi ile ”Cihanın Canı”nı arama iradesidir. (1)
Müslüman sanatkar güzelliği yarattığına değil, keşfettiğine inanır. Sanatkarın bir mümin olarak görevi, sadece estetik zevki tatmin etmek değil, birliğin ve nurun perdesini aralayarak, hakikatin bilinmesine yardımcı olmaktır. İslam sanatı daima soyuta yönelmiştir. Bu yüzden geometrik unsurları tercih etmiş, tabiattan aldıklarını adeta tabiatsızlaştırmış, stilize etmiştir. (2)
Çıplak gözün gördüğü dünya, tasavvuf terminolojisiyle konuşacak olursak, kesret bir var olup yok olma dünyasıdır, bir “alem-i kevn’u fesad”dır. Önemli olan bu geçiciliği, görünüşteki karmaşayı aşmak, ardındaki mutlak kanunluluğu yakalamaktır. Sanatçı dış dünyanın şekillerinde fazla oyalanmaksızın fenomenlerin iç yüzüne dalmış, görünüşler dünyasının verdiği huzursuzluktan sıyrılarak, mutlak olanın verdiği huzura kavuşmuştur.
Mevlana’ya göre musıkı kitap-kelime üstü bir dil, tercüme istemeyen gönül dilidir. Kelimeler üstü olan bu lisan, beden içine gizlenmiş olan gönlü (kalp gözü) ilahi ve ebedi güzelliklerle besler. Diğer sanatlar görünen (zahiri) dünyaya aitken, musıkı insan ruhunun ait olduğu sonsuzluğun sesidir.
İslam sanat anlayışını en çok etkileyen filozoflardan biri de Pythagoras’tır. Pythagoras M.Ö. 580-500 yılları arasında yaşamış, ünlü bir matematikçi ve gökbilimcidir. Ruh göçünü savunmuş ve sayı gizemciliğini ortaya atmıştır. Mısır (Hermes) ve Hint kaynaklı bu düşüncesinin yanı sıra, İran kaynaklı (Zerdüşt) olan ve karşıtlıkların evrenin kurucu ilkeleri olduğunu savunan görüşü de benimsemiştir. Pythagoras tüm gök cisimlerinin ahenk içinde döndüğünü ve ahenkli sesler çıkardıklarını düşünüyordu. “Cosmos” adını verdiği, düzen ve ahenk üzerine kurulmuş bu evren, bir “harmonia” (uyum) idi. Müzik ise Cosmos’daki ahenkli nağmelerin yansıması idi. El-Kindi “cosmos” teoremini desteklerken, Farabi bunu gülünç bulmuştur. Musıkı aletlerindeki seslerin hava titreşimleri sayesinde meydana geldiğini savunmuştur. (3) İhvan-ı Safa Filozofları’nda musıkıyı bu yönde algılamışlardır. (4) İslam sanatı, 7. yüzyıl sonlarında müslümanların fethettikleri, özellikle Bizans ve Sasani (İran) sanatından etkilendi. Beslendiği diğer bir kaynak ise Türkler gibi sonradan Müslüman olan kavimlerin sanatları idi.
(1) AYVAZOĞLU Beşir, Aşk Estetiği, İstanbul 2004, s. 49. (2) AYDIN Mehmet S., Din Felsefesi, İzmir 1999, s. 304, 305. (3) SENA Cemil, Filozoflar Ansiklopedisi, İstanbul 1978, C II, s. 103,104. (4) ÇETİNKAYA Yalçın, İhvan-ı Safa’da Müzik Düşüncesi, İstanbul 1995, s. 24.
V. BÖLÜM
RÖNESANS FELSEFESİ
Yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans, 14. yüzyılda başlamış, 15. ve 16. yüzyıllarda doruk noktasına ulaşmıştır.
Ortaçağ Avrupa’sında felsefe işlevini yitirmiş, daha doğrusu felsefe kilisenin emrine girmişti. Kilise dini dogmaları daha çok pekiştirmek için, felsefeyi, kilise bilim adamları tarafından kullanılıyordu. Ortaçağ felsefesi kendi içine kapalı bir felsefeydi. Augustinus, Anselmus, Thomas gibi düşünürlerin bazı özgün yönlerine karşın, dogmalar içinde kapalı kalmışlar, onları aşamamışlardır. Doğrular hazır ve belli idi. Bunlar sorgulanamazdı. İnsan nedir sorusu unutulmuştu. Rönesans’la beraber bu soru yeniden gündeme geldi. İnsan nedir? İnsanın bu dünyadaki yeri ve anlamı nedir? Soruları sorulmaya başlandı. Martin LUTHER’in 1517 yılında başlattığı din hareketiyle, dini, insan doğasına uygun ve yaşanabilir bir hale getirmeyi amaçlamış ve bunun içinde sanatı kullanmıştır.
5. 1. III. MİMESİS KURAMI (Rönesans Sanat Anlayışı)
Rönesans’tan itibaren mimesis kuramı, Platon’un değil de, Aristoteles’in algıladığı şekilde gelişmiştir. Rönesans’ta sanat yine doğanın bir yansıması olarak kabul edilmiştir, ancak doğa sözcüğünden daha çok insan doğası kastedilmektedir. Neo-Klasikçiler’e, Rönesans sanatçılarına göre insan her yerde aynıydı. Kültüre ve coğrafi iklimlere göre insan ne kadar değişirse değişsin, zamana ve mekana göre değişmeyen ortak bir insan doğası genelde mevcuttur.
Aristo Poetika’da “şairin görevi gerçekten olan şeyi değil, olabilir “olanı anlatmaktır” diyor. Bu anlayış, Rönesans sanatçılarında da görülmektedir. Hayal edilen mükemmel bir dünyanın yansıtılması da mümkündür. Rönesans’ta canlanan bu “Yeni Platoncu” akım 18. yüzyılda İtalya, Fransa ve İngiltere’de oldukça yaygınlaşmıştır.
Rönesans, Neo-Klasik düşünürleri Aristo’nun Katharsis ya da sanatın işlevi konusunda ondan ayrılıyordu. Bunlara göre sanat, acı ve korku duygularıyla insanı tutkulardan uzaklaştırması yerine, öğretici (didaktik) olmalıdır. İyi bir eser hem zevk vermeli, hem de eğitmelidir. Yani sanattan beklenen eğlendirerek eğitmektir.
VI. BÖLÜM
AVRUPA’NIN AYDINLANMA DÖNEMİ
Ortaçağ boyunca Avrupalılar, Kudüs’ü ve kutsal emanetleri ele geçirmek bahanesiyle, doğuya haçlı seferleri düzenlediler. Asıl amacı ganimet elde etmek olan bu seferler sonucunda Avrupa, doğunun ileri kültürü, zenginlikleri ve geniş bilgi hazineleri ile tanıştı. İspanya’da kurulan Endülüs Emevi Devleti’nin de Avrupa’nın felsefi aydınlanmasında büyük payı vardır.
Osmanlı Devleti’nin güçlenmesi ve yayılması doğuya uzanan ticaret yolunu kapatmıştır. Özellikle tıbbi alandaki gereksinimleri baharat yolu sağlamaktaydı. Bundan dolayı Avrupa, doğuya ulaşabilmek için yeni yollar aramaya başladı. 15. yüzyılın sonlarında Hindistan’a gitmek isterken, tesadüfen Amerika kıtasını keşfeden, ancak yeni bir kıta keşfettiğini öğrenemeden ölen İspanyol denizci Kristof KOLOMB Avrupa’nın kaderini değiştirecek bir keşif yapmıştır. (Bu toprakların büyük bir kıta olduğunu ilk defa ortaya atan Amerigo VESPUCCİ adında bir Floransalı idi.) Başta İspanya, Portekiz ve İngiltere olmak üzere Avrupa devletleri kısa zamanda Amerika kıtasının sonsuz kaynaklarını sömürmeye başladı. Özellikle zengin altın yatakları Avrupa için sermaye oldu. Yüzyıllardır sefaletin beşiği olan Avrupa birden zenginleşti. Denizlerde de söz sahibi olmaya başlayan bu devletler, doğuya da baskısını hissettirmeye başladı. Özellikle Portekizli denizci Mekke’den dönen hacıların gemilerine saldırarak, vahşice katliamlar yaptı. (1)
Ekonomide gerçekleşen olağanüstü gelişmeler Avrupa’nın felsefesinden sanatına kadar bir çok alanı etkiledi. Rönesans ve reform hareketleri ile bilimin, düşüncenin ve sanatın ön plana çıktığı yeni bir devir başladı. Sanatsal, felsefi ve bilimsel alanda çok sağlam temelleri olan doğu bu hazinenin üzerine bir şey koyamadığı gibi mevcut olanı dahi değerlendirememiş ve hala değerlendirememektedir. İki bin yıl skolastizmin bataklığına saplanan Avrupa felsefesi, 17. yüzyılın aşlarında Descartes’in “düşünüyorum, öyleyse varım” sözü ile uyandı. Sonrasında bir çok filozofu, çeşitli görüşleri ortaya atmasıyla, felsefede yeni bir çağ açıldı. Özellikle 1900’lü yıllarda, bilim ve tekniğin baş döndürücü gelişme hızı bilim dallarının çeşitlenmesine sebep oldu. Bu da felsefenin kapsamını daralttı. Ayrıca üstün zekalı insanların bilim alanında değerlendirilmesi, filozofların tükenmesine yol açtı.
(1) LEİTHAUSER Joachim G., Ufkun Ötesindeki Dünyalar, İstanbul 2002, s. 73.
6. 1. Immanuel KANT
22 Nisan 1724 yılında Doğu Prusya’nın taşra kenti olan Köningsberg’te doğdu. Sekiz yaşından, on yaşına kadar, Pietist* okullarda okudu. Kant, ömrü boyunca Pietizm’in ilkeleri olan az şeyle yetinme, basit ama ahlaki bir yaşam sürme kurallarına bağlı kaldı. Rasyonalizm’i* savundu. Koninsberg Üniversitesinde önce ilahiyat, sonra matematik ve fizik öğrenimi gördü. Babası ölünce beş kız kardeşine hayat boyu para göndermesine rağmen, onları hiç görmedi. Üniversiteden ayrıldı, daha sonra 31 yaşında mezun oldu. Coğrafya öğretmeni oldu.
İlginç bir kişiliğe sahipti. Bulunduğu yerin 30 kilometre uzağında deniz olmasına rağmen, denizi görmeye hiç gerek duymadı. Her gün muntazam olarak, ıhlamur ağaçlarının çevrelediği filozoflar yolunda saat 3:30’da yürürdü. Her gün üniversiteye saat 11’de gelirdi. Sadece bir gün geç kalmıştı ve sebebi de Rousseu’nun “Emil” kitabını okumaya dalmasıydı.
Kant, Alman aydınlanmasını ve idealizmini başlatmıştır. Kant’ın yazı üslubu, sınır tanımazlığı ve zor anlaşılırlığı ile bilinir. Ancak ders verme kabiliyeti çok iyi idi ve kısa süre sonra her yerde tanınan bir sima oldu. Bunda bilimsel konuda çalışmalarının da etkisi oldu. Coğrafya konusunda verdiği yaz dersleri, üniversite dışından bile dinleyici buluyordu. Bu dersleri uzun yıllar boyunca sürdürdü ve fiziki coğrafyanın ilk akademik öğretmeni ünvanını kazandı. Felsefe dersleri vermeye başladı. 1770 yılında, 47 yaşında iken, mantık ve metafizik profesörü oldu.
1781 yılında Kant, “Saf Aklın Eleştirisi” adlı kitabını yayınladı. Hume’un metafiziği yok etmekle tehdit eden yıkıcı şüpheciliğine yanıt verebilecek bir sistemin olanaklılığını gördü. Kant metafiziğe, layık olduğu önemi iade etme gayreti ile hareket etti. Hume ve diğer “empiristler”le, insanın doğuştan birtakım fikirlere sahip olamayacağı konusunda hemfikirdi. Ancak sahip olduğumuz bilgilerin deneyimlere dayandığı şeklindeki iddiaya da katılmıyordu. Empiristler bilginin deneyimi esas alması gerektiğini düşünüyorlardı. Kant, tümceyi tersine çevirerek, tüm deneyimlerimizin bilgiyi esas alması gerektiğini söyledi. Kant’a göre zaman ve mekan, öznel görüşlerdir ve dünyayı algılayış biçimlerimizdirler.
1790 yılında dev eseri “Üçüncü Yargı Gücünün Eleştirisi”ni yayınladı. 1803 yılında Kant hastalandı ve 12 Şubat 1804 yılında öldü. Katedralin kuzeyindeki profesörler mezarlığına gömüldü. Son sözü “iyidir....” oldu. Mezar taşı üzerindeki yazı hiçbir zaman açıkça ifade etmediği ama hiç kuşkusuz inandığı tanrıya bağlılığını ifade eden sözleridir. “Üzerinde düşündükçe, iki şeyin ruhum daima yeni ve giderek artan bir hayranlık ve saygı ile dolduruyor. Üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası.
İlk çağdan beri iyi ve güzel kavramları eş anlamlıydı. Kant güzeli, her türlü çıkardan ve yarardan sıyrılmış bir kavram olarak açıklar. Kant’a göre güzel, evrensel bir kavramdır. Sanattan alınan hazzın niteliğine göre yüce kavramını ortaya atar. Yüce güzelin çekiciliğinden yoksundur ancak saygı uyandırır. Yüce heyecan uyandırır, güzel büyüler. Güzelliğin uyandırdığı duygu, algı ile başlar. Yücenin ki ise algıdan sonra gelir.
- Pietizm: 17. ve 18.yüzyıllarda Protestanlar arasında aklı ön plana çıkaranlarla, ortodoks kilisesine karşı yürekten dindarlığı ve aktif insan sevgisini savunan inançtır.
- Rasyonalizm: (Akılcılık) Bilginin kaynağında aklın bulunduğunu savunan akımdır. Rasyonalizm’in temel iddiası, aklın evrenle ilgili bazı doğruları kesin bir biçimde bilme gücüne sahip olduğu iddiasıdır.
6. 2. Arthur SCHOPENHAUER
22 Şubat 1788 yılında Almanya’nın Danzig kentinde doğdu. Prusyalılar Danzig’i işgal edince ailesiyle Hamburg’a taşındı. Babası tüccarlığa başladı. On yaşında Fransa’ya eğitim görmeye gitti. On beş yaşında ailesi ile iki yıllık eğitim gezisine çıktı. 1805 yılında, Schopenhauer 17 yaşında iken babası, işyerinin damından atlayarak intihar etti. Goethe ile tanıştı. Goethe; Arthur’un ileride çok ünlü bir kişi olacağını söylemesi üzerine, roman yazarı olan annesi onu kıskandı ve aralarında çok şiddetli bir kavga oldu. Oğlunu merdivenlerden aşağıya iten annesinin evinden ayrılarak Weimar’ı terketti ve bir daha annesini hiç görmedi. Ona, gelecek nesillerin ancak kendisi dolayısıyla hatırlayacağını söyledi. (1) Dresten’e taşındı ve büyük eseri olan ”İrade ve Tasavvur Üzerine Dünya” yı burada yazdı. 1807 yılında Gottüngen Üniversitesi’nde tıp eğitimi gördü. Tıp eğitimini hekimlik yapmak için değil, bilimsel bilgiler elde etmek için seçmiştir. 1810 yılında felsefe fakültesine geçti. Derslerini izlediği Kant’çı Schulzen’in etkisinde kaldı. Ficte’nin ünü onu Berlin’e çekti fakat bu felsefeyi beğenmedi.
Kafasında oluşmaya başlayan kendi felsefe sistemini ortaya koyma tutkusu vardı artık. Nitekim başyapıtı ”İrade ve Tasavvur Üzerine Dünya” 1819 yılında basıldı. Eserleri hayatının sonuna kadar hiçbir ilgi uyandırmadı. Hegel’le doruğa ulaşan Alman idealizmi, o günün düşünce dünyasında egemenlik kurmuştu. Almanya siyasal umutlarla doluydu ve geleceğe güvenle bakıyordu. Oysa Schopenhauer devlete de ilerlemeye de inanmıyordu. 1848 devriminin başarısızlığa uğraması bu umutları silip süpürünce, Schopenhauer felsefesinin kavranıp benimsenmesi için elverişli bir ortam doğdu. Beklediği ün ve hayran kitlesi, yaşamının son yıllarında umduğundan daha büyük ölçüde gerçekleşti. 1831 yılında Berlin’de baş gösteren kolera salgınından dolayı Frankfurt’a yerleşti (Hegel bu salgında öldü) Schopenhauer ömrünün sonuna kadar burada yaşadı. 21 Eylül 1860 yılında yalnız yaşadığı hayatı sona erdi. En sadık dostu köpeği idi. Schopenhauer daha genç yaşlarda, ten zevklerine düşkün bir kişi olarak yaşamaya başlamış, eğlenceye, bohemliğe ve cinselliğe düşkün bir kimse olarak davranmıştır. Bunun yanı sıra bencil, kendini beğenmiş, herhangi bir şeye kolayca inanmayan, işkilli ve evhamlı bir kişiydi. Pipolarının çalınmasından korktuğu için, onları kilit altında tutuyor, yatağının baş ucuna dolu bir tabanca koyarak uyuyor, berberin usturasına boynunu teslim edemediği için dışarıda tıraş olmuyordu. En kızdığı ve tahammül edemediği şeylerden biri de gürültü idi.
Schopenhauer’in felsefesi Pessimism (kötümserlik) adı ile felsefe literatürüne geçmiştir. Ona göre evren, sürekli birbirini yiyenlerin yeridir. Mutluluk diye bir şey yoktur. Mutluluk dediğimiz şey acı çekmediğimiz anlardır, acıların kısa sürelerle azalmasıdır. Hayatımızda ki etkin duygu acılardır. Varolmak, acı çekmek demektir. Hiç doğmamış olmak, doğmuş olmaktan iyidir. Mutluluk sonsuz bir kuruntudan ibarettir.
“Her türlü sınırlandırma insanı mutlu eder...Esenliğimizi ilgilendiren her konuda hayal gücümüzü dizginlemeliyiz. Yani öncelikle hayalimizde dünyalar kurmamalıyız; çünkü onları kurduktan hemen sonra üzüntüyle yeniden yıkmak zorunda olduğumuzdan, bize fazla pahalıya mal olurlar.” (2)
“Her ne olursa olsun, hayata belli bir ölçüye kadar dayanabilen bir kimse bile, yaşlandıkça, her şeyin bir hayal kırıklığı ve hatta bir aldanış olduğunu kavrar. Başka bir deyişle, koskoca bir aldanıştan başka bir şey olmadığını öğrenir.”
“ Hayatın birinci yarısı mutluluğa karşı duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı ve korku duygusuyla kaplıdır. Çünkü mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğunu ve acıdan başka gerçeğin varolmadığını fark etmiştir. Artık aklı başında insanların yakıcı zevklerden çok acısız bir hayata yönelmeleri bundandır.
“ Yaşamını ancak hem zihinsel, hem de bedensel çok büyük acılar yaşamadan geçiren kimse en mutlu yazgıya sahiptir, en canlı zevkleri ya da en büyük hazları tatmış değil.”
Eleştirmenler Schopenhauer’in düşünce tarzının genellikle Avrupa felsefesinden farklı olduğu üzerinde durmuşlardır. Doğu düşüncesinde ağır basan “dünyadaki kötülük” sorununun onu her şeyden fazla ilgilendirdiğini söylemişlerdir. Onun felsefesi yaşamdaki ve insanın içindeki kötülüklerden sıyrılmaya yönelik bir çaba olarak görülebilir. Bu kötümser felsefenin, ahlak alanında ileri sürdüğü öğreti, Schopenhauer’in kendisinin de belirttiği gibi dünyadan kaçmaya yönelik dinsel görüşlere yakın düşer. Ama Schopenhauer’a göre ahlaksal davranış ve kötülükten sıyrılma çabası “öte dünya”, “cezalandırma” veya “mükafatlandırma” ilkeleri üzerine temellendirilemez. Hiçbir menfi beklenti olmaksızın, gerçek iyiliği ortaya çıkaran tek duygu merhamettir. “İlahi emirlere ve ölümü takiben hayatta bir mükafat ve ceza yaptırımına sığınılıyor, fakat bu şekilde anlatılan ve telkin edilen ahlak kuralı altında saf bir egoizmin kımıldandığını derhal fark etmeliyiz. Daha doğrusu, bunlarda da insanın bencilliğini tatmin eden bir yan vardır. Burada kendiliğinden çıkar amacı olmayan bir ahlak duygusundan söz edilmesine imkan yoktur. (3)
(1) HİLAV Selahattin, Aşkın Metafiziği, Schopenhauer Felsefesi, İstanbul 1997, s. 75. (2) SCHOPENHAUER Arthur, Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, İstanbul 1998, s. 155. (3) TANYOL Cahit, Schopenhauer’de Ahlak Felsefesi, İstanbul 1998, s. 57.
6. 2. 1. Schopenhauer’ın Sanat Anlayışı
Schopenhauer, sanatın gerçekleşmesine sebep olan aşkı, doğanın insana gördürdüğü bir serap olarak tanımlar. Doğanın tek bir isteği vardır, o da türlerin devamını sağlamaktır. Kadını erkeğe erkeği ise kadına yaklaştıran aşk ismini verdiğimiz hayal ve kuruntudur. Doğa iradesi insan iradesinden çok kuvvetlidir. Bundan dolayı insan aşka karşı koyamaz. “Türün iradesi, bireyin iradesinden o kadar güçlüdür ki, aşık sevdiği kişideki hoşuna gitmeyen nitelikleri görmezlikten gelir; sanki hiç birini görmüyormuş, bilmiyormuş gibi davranır ve kendini tutkusunun çevrildiği nesneye bağlar.Türün iradesi doyurulur doyurulmaz, ansızın ortadan kalkan ve geriye tiksinilecek hayat arkadaşı bırakan bu kuruntu ve aldanışa, böylesine kapılmıştır işte!...” (1)
Schopenhauer’a göre hayatın tamamı gibi aşkta anlamsız bir hayalden ibarettir. Sanat ise insanın sonsuz yönüne aittir. Anlamsız olandan anlamı çıkartmaktır. Herhangi bir insanın ölümü ona göre ölüm değildir. Çünkü o insan öldüğü zaman onun nitelikleri bir çok insanda devam etmektedir. Ancak başka insanlarda bulunmayan özellikleri kişiliğinde barındıran ve kendine has eserleri insanlığa armağan eden kişilerin ölümleri ölüm sayılabilir.
“Nesnelerin çekiciliği, bize dokunmadıkları ölçüdedir. Hayat hiçbir zaman güzel değildir; güzel olan hayat üzerine yapılmış tasvirlerdir sadece...” (2)
“Kaçamak esini yakalamak ve onu mısralara dökerek tenleştirmek lirik şiirin işidir. Lirik şairin dile getirdiği şey insanın en iç varlığıdır. Geçip gitmiş milyonlarca kuşağın ve gelecek kuşakların belli koşullar içinde her zaman duydukları ve duyacakları ve onlara aslına uygun canlı bir anlatım kazandırmak şiirle kabildir. Şair evrensel bir insandır. Bir insanın yüreğini kabartan bütün duygular insan doğasının her koşulu içine duyduğu ve ortaya koyabildiği bütün şeyler, ölümlü bir insanoğlunun gönlünde yer etmiş olan ve oluşup duran bütün izlenimler onun kendi öz alanıdır. Bundan ötürü şair şehveti de mistik duyuşu da anlatabilir... Çünkü şair insanlığın aynasıdır. Ve insanlığın ne duyduğunu aslına uygun bir biçimde gösterir insanlığa...”
“Trajedinin eğilimi ve son amacı, bizi; razı olmaya yöneltmek, yaşama iradesini olumsuzlayacak hale getirmek olduğu halde, komedi, bunun tam tersine, yaşamaya yöneltir ve yüreklendirir bizi. Gerçi komedinin de, bütün öteki hayat tasvirleri gibi, gözlerimizin önüne bir yığın acıyı ve iğrençliği serdiği doğrudur. Ama komedi bütün bunları geçici kötülükler gibi gösterir bize. Sonunda hepsinin neşe ile biten şeyler olduğunu, her zaman zafer kazanan umutlar gibi görülmeleri gerektiğini anlatır. Bundan başka, hayatın sayısız terslikleri arasından sadece gülünebilecek ve neşelenmeye yol açacak yanları seçer. Böylece koşullar ne olursa olsun, sevincimizi ve iyimserliğimizi sağlamak ister. Bütün olarak ele alındığı zaman, hayatın çok iyi olduğunu ve her şeyden önce eğlenilecek garip bir yönü bulunduğunu ileri sürer. Ne var ki daha sonra neler olup bittiğini görmememiz için, mutlu ve sevinçli bir olayla perdeyi kapatmak gerekir. Oysa trajedi, artık başka bir olayın ortaya çıkamayacağı biçimde sona erer.”
“Müzik hiçbir zaman fenomeni (görünüşleri) dile getirmez. Müziğin dile getirdiği şey; bütün fenomenlerin iç özü ve kendi varlığıdır. İradenin ta kendisidir. Bundan ötürü müziğin, belli bir neşeyi, şu ya da bu hüznü, şu ya da bu tutkuyu veya iç rahatlığını dile getirdiği söylenemez. Müzikte dile gelen şey, her çeşit ruhsal dürtünün ve koşulun dışındaki genel ve soyut özdür. Müzikte, bu soyut özü, kolaylıkla ve eksiksiz bir biçimde kavrarız.
“Melodinin yaratılması, insan duyarlılığının ve iradesinin en derin sırlarının keşfedilmesi, dahinin gerçekleştirdiği temel iştir. Dehanın çalışması burada her yerden daha bağımsız, daha kendiliğinden ve daha bilinçsizdir. Burada gerçek bir esin söz konusudur. Olumlu ve soyut şeylerin önceden edinilmiş bilgisi, yani fikir, sanatın her alanında olduğu gibi müzikte de yetersizdir. Çünkü müzisyenin dile getirdiği şey, dünyanın en iç özü ve en derin bilgeliktir. Müzik bunları kendisinin de kavrayamadığı bir dille anlatır. Bu bakımdan, uyandığı zaman hakkında hiçbir şey bilmediği nesneler üzerine sorulanlara şaşırtıcı cevaplar veren bir uyurgezere benzer. Müziğin özü üzerine uzun zaman düşündükten sonra artık bu sanattan zevk duymanın en tatlı bir haz olduğunu söyleyebilir ve bu hazzı tatmanızı öğütleyebilirim. İnsan ruhunu daha dolaysız ve derin biçimde etkileyen bir başka sanat yoktur. Çünkü hiçbir sanat dünyanın gerçek özünü müzik gibi dolaysız ve derin bir biçimde dile getiremez. Güzel ve yüce melodiler duymak ruhu yıkamak gibidir. İnsanı bütün pisliklerden, bütün zararlılıklardan ve bütün bayağılıklardan arıtır.” (3)
(1) HİLAV Selahattin, Aşkın Metafiziği, Schopenhauer Felsefesi, İstanbul 1997, s.43. (2) HİLAV Selahattin, Aşkın Metafiziği, Schopenhauer Felsefesi, İstanbul 1997, s. 63. (3) HİLAV Selahattin, Aşkın Metafiziği, Schopenhauer Felsefesi, İstanbul 1997, s. 64, 65, 66.
6. 3. Friedrich Wilhelm NIETZSCHE
15 Ekim 1844 tarihinde, Prusya sınırları içindeki Lutzen’e bağlı Röcken’de doğdu. Babası ve büyük babası pietist rahiplerdi. Dini eğitim veren okullarda okudu ve 19 yaşında papaz olmak için Bonn Üniversitesi’ne ilahiyat okumak için gitti. 1865 yılında kiliseyi bırakarak, Leipzig’e gitti. 24 yaşında frengi mikrobu kaptı ve bu rahatsızlık gelecekteki akıl hastalığına zemin hazırladı.
Schopenhauer’in kitabına bir sahafta rastlar ve düşüncelerini şu şekilde ifade eder. “Burada dünyayı, yani yaşamı ve insan doğasını korkunç bir muhteşemlikte gördüğü bir aynaya baktım. Burada hastalık ve şifayı, sürgünü ve sığınağı, cenneti ve cehennemi gördüm.”
Wagner’le tanıştı. Babası yaşında idi ve babasına benziyordu. Nietzsche 32 yaşına rahatsızlanır, kaplıcaları dolaştı. Bu sırada Paul Ree aracılığı ile Lou Salome ile tanışır. Baş ağrıları felç şeklinde idi, onu günlerce yatağa bağlıyordu. Nietzsche, Paol Ree’ye kendisi için Salome ile kendisi için konuşmasını ister. Ree’de Salome’ye aşıktır. Üçlü bir ilişki kurulur. Yaşamının son dört yılını akli dengesi sarsılmış olarak geçiren Nietzsche, 1888 yılında Torino’da büsbütün çıldırdı ve Almanya’da bir akıl hastanesine kaldırıldı. 25 Ağustos 1900 tarihinde öldü. (1) Son zamanlarında ablası Elizabeth ona baktı. Ona göre İsa yıkılması gereken bir güç simgesiydi. İsa’dan önce, İsa’dan sonra yerine, Nietzsche’den önce, Nietzsche’den sonra diye adlandırılmalıdır demiştir. Ablasının eşi Förster, Yahudi düşmanıydı ve ablası Nietzsche ölünce onun notlarının arasına Yahudi düşmanlığını içeren paragrafları ekledi.”Ben bir insan değil dinamitim, tüm gelecek neslin dinamiti olabilirim” demiştir.
Nietzsche’ye göre sanatta iki yaratıcı unsur vardır. Bir görmekle kavranan Apollon, diğeri, sezgiyle kavranan Dionysos’dur. Antik çağ mitolojisinin etkisi ile Nietzsche, sanatı simgeleyen iki tanrı ismini sanata atfetmiştir. Apollon; ışığın, ölçünün ve dengenin tanrısıdır. Şarap tanrısı Dionysos ise, coşku, ilham ve müziği simgeler. (2)
Apollon: Apollon kelimesi, Anadolu’nun unutulmuş bir diline aittir. Zeus’un gece tanrıçası Leto’ya olan aşkından doğmuş, geceden doğduğu için ışık ve güneş tanrısıdır. Altın yayın kullanıcısı, altın lirin çalıcısıdır. Liri çaldığı zaman her türlü sanat olayı tanrısal düzene girer.
Efsaneye göre küçük Kupidon (Eros) altın oku Apollon’un kalbine sapladı. Apollon Daphne’ye aşık olur. Daphne Artemis’in ebedi bakirelerinden olan perilerden biridir. Apollon kızı kovalar, kız kaçar. Apollon kızı yakaladığı anda kız defne ağacına dönüşür. Bundan dolayı üstün sanat eserleri defne dalı ile mükafatlandırılır. Dionysos: Bakkhos’un grekçe adı Dionysos’tur. Bakkhos şerefine tepelere çıkılıp, ateş yakılarak, şarap ve dans eşliğinde coşkulu eğlenceler yapılırdı. Bakkhos tarikatındakilere “İbakki” denirdi. “Zeybek” kelimesi “ibbaki”den gelmektedir.
Nietzsche’ye göre dionizik durum, en saf şekliyle müzikte gerçekleşir. Çünkü musıkıde hiçbir fenomen dile getirilemez. Ne sınır vardır ne görüntü. Dionizik insan, görünenlere bakmaz görünenler dalar ve temelinde bulunanı araştırır. Böylece insanla-insan, insanla-eşya arasındaki sınır ortadan kalkar. (3)
(1) NIETZSCHE Friedrich Wilhelm, Seçilmiş Düşünceler – Denemeler, İstanbul 1997, s. 6. (2) BOZKURT Nejat, Sanat ve Estetik Kuramları, Bursa 2000, s. 161. (3) KABAAĞAÇLI Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı), Merhaba Anadolu, Ankara 2002, s. 196-201.
6. 4. Lev Nikolayeviç TOLSTOY
Tolstoy, 28 Ağustos 1828 tarihinde Moskova’nın güneyinde, asil bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası kont Nikolay İlyiç TOLSTOY, 1812 yılı Napolyon savaşlarına iştirak etmiş, emekli bir yarbaydı. Tolstoy, çocukluk yıllarında ağabeyi Nikolay’ın etkisinde kalmış, gençliğe geçiş döneminde Rousseau’yu okumuş ve gençliğinde ise öne doğu dilleri ile ilgilenmiş, sonraları hukuk tahsilini tercih etmiştir. Hürriyete olan tutkusu hukuk fakültesini terketmesine sebep olmuştur. Tolstoy içinde bulunduğu zaman dilimini iyi izlemiş ve tanımıştır. Onun felsefi ve dini eserlerinin başında “İtiraflarım” yer alır. Tolstoy romanlarında insanı ve tavırlarını konu edinir. 82 yaşında hasta iken evden kaçtı ve 7 kasım 1910 yılında İstanbul’a hareket etmek üzere iken, mütevazi bir tren istasyonunda hayatını kaybetti. (1)
Tolstoy’a göre duygu aktarımını başaran her eser sanat eseridir. Sanatçı ve sanat eserinden çok sanat severin duygularına önem veriyordu. Tarihe geçmiş ünlü sanatçıların çoğu, zenginlerin duygularını dile getirmişler onların hoşuna gitsin diye (Shakespehare ve Dante gibi) sanat eseri meydana getirmişlerdir. Sanat eseri ne kadar çok kitle tarafından sevilir ise sanat değeri de o kadar yüksek olmalıydı. Ancak bu düşüncede sanatın metaya dönüştürülmesi tehlikesi olduğu için Tolstoy çıkmaza girmiştir. Diğer bir çıkmaz ise Tolstoy’un estetik duyguyu günlük diğer duygulardan ayırt etmemesidir.
“Tolstoy sanatın tanımını şöyle yapmaktadır; Sıkıntı sürecinde olgunlaşan, düşünceyle yoğunlaşan, emekle hazırlanan ve en iyiyi vermeyi amaçlayan faaliyete sanat denir. Yalnızca düşünce, sanatın oluşabilmesi için yeterli midir? Hayır! Sanatın gerçekleri ortaya koyabilmesi ve bir anlam ifade edebilmesi için, sevgi dolu, kötülüklere karşı, haz veren ve insanı sanatsal bir çaba ile yücelten özellikler taşıması gerekmektedir." (2)
(1) TOLSTOY Lev Nikolayeviç, İtiraflarım, İstanbul 2000, s. 1. (2) TOLSTOY Lev Nikolayeviç, Sanat Nedir, İstanbul 2004, s. 67.
6. 5. IV. MİMESİS KURAMI (Toplumcu Gerçeklik)
Komünist sanat felsefesi olarak da bilinen, toplumcu gerçeklik düşüncesinin en meşhur öncüleri George LUKACS ve PLEHANOV’dur. 1885-1957 yılları arasında yaşamış olan Lukacs, Budapeşte Üniversitesi profesörüdür. Özellikle toplumbilim alanında yaptığı çalışmalarla ün kazanan Lukacs, Macaristan Milli Eğitim ve kültür bakanlıkları da yapmıştır. 1856-1918 yılları arasında yaşayan, Georgi Valentinoviç PLEHANOV ise, Rusya’da Marxçılığı ilk yayanlardandır ve Rus Marxçılığının babası sayılır. Lenin’den önce Marxçılığın en önemli ideologudur. (1) Toplumcu gerçeklik, Marx’çı estetik ışığında gelişmiştir. Toplumcu gerçekçilik de sanatı mimesis (taklit) olarak algılar. Sanatçı da bir emekçidir ve kültürel doğasını geliştirmek için çalışır.Toplumun gerçekleri ve gelişen idealleri doğrultusunda sanat gerçekleşir.
Plehanov’a göre, sadece devletin hizmetinde olan ve toplumu belirli fikirler doğrultusunda etkilemeye çalışan her türlü sanat anlayışına karşıdır. Sanat bir takım fikirleri iletme aracı olmadığı gibi sanatın değerlendirilmesinde eserlerin düşünsel içeriğinde önemli bir rol oynamamalıdır. Aslında bir sanat eserine yansıyan genel ideolojik yapıyı, çağının ve toplumun somut şartlarına bağlamayı, eleştirinin başlıca işi olarak kabul ediyor. Ve edebiyatın doğru fikirlerden doğabileceğini söylüyor ama yine de sanatta bir ideolojik tutumun savunucusu olmuştur. Diğer taraftan da sanatı ideolojiden koparmaktadır. Aslında Plehanov’un fikirlerinde bir çelişki görülmektedir. Plehanov’da sanat ve güzellik ancak insanlara yararlılıkları ölçüsünde değerlidir. Bir eser, sanat bakımından güzel olabilir, fakat politik bakımdan yararlı değilse o ölçüde kaybeder. O halde ona göre sanatın toplumcu yanı estetik yanından daha ağır basmaktadır.
Yirminci yüzyıl başlarında ortaya çıkmış, 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nin resmi sanat görüşü olmuştur. (2) (1) HANÇERLİOĞLU Orhan, Felsefe Ansiklopedisi, İstanbul 200, C. I s. 379, C. II, s. 151. (2) TURGUT İhsan, Sanat Felsefesi, İzmir 1993, s.29,30.
6. 6. FREUDYEN SANAT ANLAYIŞI
Avusturyalı doktor ve düşünür Sigmund FREUD (1856-1939) ruhla bilincin ayrı şeyler olduğunu ve bunların birbirlerine indirgenemeyeceğini ileri sürerek “psikiyatri” denilen ruh hekimliğini kurmuştur.
Psişik enerji; insanın her türlü akli, bedensel ve duygusal aktivitesini sağlayan güçtür. Freud’un “id” olarak adlandırdığı arzu, hırs gibi dürtülerin oluşturduğu iç güdü sistemi, psişik enerjinin zararlı eylemlere yol açabilir. Sanat insanın bu enerjisini zararlı işlere harcamasını engelleyerek, inanı kötülüklerden uzaklaştırır. Aklını, bedenini ve duygularını olumlu yönde geliştirir. Sanat; çocukluğumuzda sistematik olarak unutulmuş hatıraların, bilinçaltından, semboller şeklinde dışarı çıkarak stilizasyona uğrayıp zararsız hale gelmesidir. Psikanaliz ise sanat kuramlarını etkilemiş, sanat eserlerinin anlaşılmasına katkıda bulunmuş ve yirminci yüzyılda ortaya çıkan sürrealizm gibi sanat akımlarına kaynak olmuştur.
6. 7. ESTETİK
Estetiği bağımsız bir bilim olarak öne süren ve adlandıran Alman düşünürü Alexander BAUMGARTEN’dır. Onun verdiği anlamla bu, “duyusal bilginin bilimi”dir. Yunanca “duyum” anlamındaki “aesthesis” sözcüğünden türemiştir. 1750 yılında bir kitabını bu isimle yayınlamıştır. Estetik bir felsefe kolu olarak Kant’la önem kazanmıştır. Amacı “güzel” üzerine düşünme sanatıdır.” Kant, Baumgarten’dan aldığı “estetik” terimini ustaca kullanarak geliştirmiş ve ona felsefesel bir anlam kazandırmıştır. Kant’a göre estetik akıl, kuramsal akılla, uygulayıcı akıl arasında bir köprüdür ve kuramın uygulama alanındaki denetçisidir. Estetik akıl bir yargı gücüdür ve doğru düşüncenin iyi uygulandığını, güzel kıstası ile yargılar. Gerçekleştirmek istediği “güzel üzerine düşünme sanatıdır.” Marxçı estetik, bütün bu idealist görüşlerden ayrılır. Marxçı estetiğe göre sanat, insanın doğayı dönüştüren emeğinin bir ürünüdür. Estetik tutum, yaratıcı emekteki, bir gereksinmeyi karşılama mutluluğunu aşarak, bizzat yaratıcılığın mutluluğuna ulaşmakla başlar.
Kaynak
- Tuncay DAĞLI